G

GALATA

İstanbul'da Haliç'in kuzeyindeki semtin adıdır.

İlk çağın sonlarında Sykai adı ile kurulmuş olan bu küçük iskan yerinin çevresi, Roma imparatoru I. Constantin (324-337) tarafından bir sur duvarı ile çevrilmişti.

Galata, Bizans İmparatorluğu'nun son zamanlarında Venedik, Ceneviz gibi deniz ticareti yapanların bağımsız bir kolonisi durumuna getirildi.

1387'de Osmanlılarla Cenovalılar arasında yapılan bir anlaşma gereğince, Osmanlılar burayı Bizans'a karşı bir saldırıda kullanma yetkisine sahip oldu. Nitekim Yıldırım Bayezid tarafından yapılan "İstanbul Kuşatması"nda burada 6000 asker bulunduğu belirtilir.

Galata, 1393 yılında Osmanlı saldırısına uğradığı zaman Fransa'dan yardım talebinde bulundu. Fransa, Mareşal Boucaut komutasında gönderdiği kuvvetle Galata'yı kurtardı.

Osmanlılar Bizans'ı ele geçirince (1453) Cenovalılar, birtakım özel haklar almak suretiyle Galata'yı, Fatih'e teslim ettiler. İstanbul'un fethini izleyen günlerde Türkleşmeye başlayan Galata, kozmopolit bir liman şehri olarak uluslararası ticarette oynadığı rolü devam ettirmiştir. Galata'da o sırada 535 Müslüman evine karşılık 592 Rum, 62 Ermeni, 332 Frenk evi bulunmakta idi. Ayrıca 260 ticarethanede uluslararası denizaşırı ticaret yapılıyordu.

XVII. yüzyılda Galata'nın bazı mahalleleri tamamen Türk görünüşü kazanmışken XIX. yüzyıl içlerinde yeniden dış etkilere açılıp "Frenk" görünüşüne bürünmüştür.

Galata'nın bir Türk şehri olarak imarında büyük rol oynayan pek çok Osmanlı eserleri yer almıştır. Mimar Sinan tarafından yapılan Azapkapısı Camii (1577), Yüksekkaldırım'daki Yazıcı Mehmed Efendi Mescidi (1582), şimdi Basımevi olan Galata Kadılığı binası bu eserlerden birer örnektir.

GALATA KULESİ

Cenevizliler 1348'de bugünkü kuleyi yaptırmışlardır. Bizans kaynaklarında "Büyük Burç", Cenova kaynaklarında ise "İsa Kulesi" olarak adlandırılan kule, Bizans topraklarında bağımsız koloni döneminin bir anıtı gibidir. 1445-1446 yıllarında bu kule biraz yükseltilmiştir. 1509 depreminde üçüncü katına kadar yıkılmış, yeniden yaptırılmıştır.

XVI. yüzyılda Kasımpaşa tersanesinde çalıştırılan esirler için zindan olarak kullanılmıştır. Hezarfen Ahmed Çelebi, XVII. yüzyıl başında uçuş denemesini bu kuleden yapmıştır. XVIII. yüzyılda kule, yangın gözetleme merkezi olarak kullanılmaya başlanmıştır. Kule, 25 Temmuz 1794 yılında yanmış, onarımında bir kat daha eklenerek, üstü koni biçiminde bir tepelikle kapatılmıştır. 1831'de tekrar yanmış olan kule, bu defa üst kısmına ampir üslubu iki kat eklenerek tepesi bir külahla örtülmüştür. Ayrıca kapının üstüne Şair Pertev'in bir kasidesi konmuştur. 1875'te fırtınadan zarar gören tepesindeki külah kaldırılarak yerine ahşaptan sekiz köşeli iki kat eklenmiştir. Kule, bu durumunu 1964 yılına kadar korumuş, bu tarihten sonra yapılan onarımlarla kuleye eski dış görünümü kazandırılmıştır. Kulenin, yerden külah ucuna kadar uzunluğu 66,90 m.'dir.

GALATA CİBAYETİ

Bayezid-i Veli vakfı eklentilerinden olan Galata ve Beyoğlu bölgelerindeki yerler için kullanılan bir deyim.

II. Bayezid'in Vakfı dolayısıyla kullanılan cibayet kelimesi vakfın bulunduğu semtin adını da alarak "Galata Cibayeti" olmuştur. Kasımpaşa tarafında bulunanlara "Kasımpaşa Cibayeti", Beşiktaş'tan Rumeli Feneri'ne kadar olan yerlerdekilere de "Uskumru Cibayeti" adı verilirdi. Bu üç cibayetteki gelir, her üç kısmın katip ve vergi tahsildarı tarafından toplanır ve bu görev babadan oğula ge-çerdi. Evkaf Nezareti'nin ortaya çıkması üzerine bu görev bu kuruluşa verilmiş ve bu deyim de ortadan kalkmıştır.

GALATA SARAYI (GALATA SARAYI MEKTEB-İ SULTANİSİ)

Osmanlılarda ilk defa Batı metodları ile öğretim yapmaya başlayan orta dereceli okul.

İstanbul'da, 1481 yılında, II. Bayezid tarafından, saray ve devlet hizmetlerine adam yetiştirmek için inşa edilen bu binanın, "Gül Baba" diye tanınan bir velinin öğüdü üzerine yaptırıldığı söylenir. 200 kişilik üç koğuş ve bir camiden ibaret okulda mutfak ve hamam teşkilatı da kurulmuştu. Zeki ve kabiliyetli devşirme çocuklarından seçilen ilk öğrencilerin ilk hocası Gül Baba idi. Derslerin arasında Arabi, Farisi, Kıraat, Hüsnühat, Musiki ve silah kullanma gibi konular vardı. Okula "Galatasaray-ı Enderun-ı Hümayun" adı verilerek ikinci Enderun-ı Hümayun idadi mektebi sayıldı.

Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman zamanında Galata Sarayı mektebinin esas kuralları tespit edildi. II. Selim zamanında bir de medrese kuruldu ve Enderun Mektebi Eski Saray'a taşındı. III. Murad devrinde yeniden Galata Sarayı'na getirilen Enderun Mektebi, I. Ahmed zamanında Eski Saray'a alınarak Galata Sarayı tamamen medrese haline getirildi. II. Osman devrinde öğretim yeniden değişikliğe uğrayarak yine saray mektebine dönüldü. Köprülü Fazıl Ahmed Paşa'nın emriyle Galata Sarayı 1668 yıllarında tekrar medreseye çevrildi. II. Ahmed devrinde onarılan bu saraya yeni bir kasır ilave edilerek mektep haline getirildi ve öğretim biçimi değiştirilerek Yeni Saray'da olduğu gibi büyük, orta ve küçük oda usulleri konuldu. I. Mahmud 1753 yılında Galata Sarayı'nda büyük bir kütüphane kurdu, ders programlarına yeni eklemeler yaptı, fen derslerini çoğalttı.

Okul 1817 yılında tamamen yandı, fakat 1820'de yeniden yapılarak öğrenime açıldı. 1838 yılında Mekteb-i Tıbbiye" haline getirildi. Bu sıralarda yeniden bir yangın geçirdiği için ancak 1862'de yeniden öğretime açıldı. Dört yıl boyunca kışla olarak kullanılan bu saraya "İdadi Umumi" adı altında askeri okullar yerleştirildi ve harbiye, bahriye, tıbbiye ve mühendishane mekteplerinin idadisi de bu mekteplere öğrenci yetiştiren ortaokul haline getirildi.

1867 yılında Galata Sarayı binasının "Galata Sarayı Mekteb-i Sultanisi (Lisesi)" olarak kullanılması kararı alındı ve askeri ortaokul bugünkü Kuleli Lisesi binasına taşındı. Bu saraydaki gerekli onarımlardan sonra, mektep 1 Eylül 1868'de "Mekteb-i Sultani" ismi altında öğrenime açıldı.

Türkiye'de ilk defa Batılı anlamda ve lise derecesinde yeniden kurulan bu okul, Sadrazam Ali Paşa, hariciye nazırı Keçecizade Fuad Paşa, maarif nazırı Saffed Paşa tarafından öğrenimini Fransızca ve Türkçe yapacak şekilde düzenledi. Fransa'daki Paris-Osmanlı mektebi kapatılarak, bundan sağlanan gelirle okulun bütün giderleri karşılandı. Okul 341 öğrenciyle öğretime başladı, yıl sonunda öğrenci sayısı 530'a, bir yıl sonra da 640'a yükseldi. Galatasaray beş sınıflık lise kısmı ile öğretime başladı, sonra ilk ve orta kısımlar kurularak öğretim 12 yıla çıkarıldı.

Okulun ilk müdürü Fransız M.M. de Salve idi. İlk Osmanlı müdürü Vahan Efendi (1872), ilk Türk müdürü Ali Suavi oldular (1876). İlk mezunları 1871'de 8 kişiydi.

1874 yılında Abdülaziz'in emriyle Galatasaray Darülfünun'un temeli atılarak okula üç yüksek okul kısmı eklendi. Mekteb-i Aliye-i Sultaniye adı altında toplanan bu fakültelerde "Galatasaray Hukuk Mektebi", "Galatasaray Edebi Mektebi" ve "Galatasaray Mühendisin Mülkiye" adlarıyla öğrenim başladı. 1877 yılında resmi adı "Darülfünun-ı Sultani'ye çevrilen bu kuruluşun özelliği derslerin Fransa'dan getirtilen öğretmenler tarafından verilmesi ve öğrenci olmayan dinleyicilere açık olmasıydı. 22 Şubat 1907'de çıkan yangın okulda büyük ölçüde tahribe sebep oldu. Saray bahçesindeki boş yerlere, yemekhanelerde ve yatakhane barakalarında derslere devam edildi. Bu arada onarılan okulda öğretim 1909'da yeniden başladı.

Cumhuriyetin ilanından sonra Galatasaray Sultanisi'nin adı Galatasaray Lisesi olarak değiştirilmiştir.

GALEBE DİVANI

Elçi kabulü sebebiyle ve Kapıkulu Ocaklarına ulufe dağıtılması sırasında toplanan divandır.

"Ulufe Divanı" da denir. Sadrazam veya teşrifatta padişahın karşısına çıkanların huzura kabulü ilk defa ise, bunlara seraser adı verilen kürk giydirilirdi. Gerek sadrazam, gerek diğerleri daha önce huzura kabul edilmişlerse tekrar kürk giydirilmezdi. Yalnız sadrazamlara ulufe dağıtımı sırasında yapılan divanlarda seraser giydirilirdi. Yabancı elçilere Osmanlı İmparatorluğu'nun kudret ve ihtişamını göstermek için, diğer divanlara göre çok daha gösterişli bir şekilde yapılan bu divan salı günleri toplanırdı. O gün saray mutfağında çorba, pilav, zerde pişirilir ve divana gelen askerlere dağıtılırdı. Ulufe dağıtılmasından sonra elçiler, önce sadrazam ve sonra da padişah tarafından kabul edilirler ve bu divanda, getirdikleri hediyeleri padişaha verirlerdi.

GALİÇYA

Eski Avusturya İmparatorluğu'nun bir eyaleti olan Galiçya, bugün batı bölümü Polonya'da, doğu bölümü Ukrayna'da olan bölgenin adıdır.

I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti, birçok cephelerde çarpışmakta idi. Galiçya ile olan ilişkisi yükselme döneminde sınır ilişkisinden ibaretti. XX. yüzyıl başında Avusturya topraklarında bulunan Galiçya Müttefik Devletlerin siyasi ve stratejik amaçlarına ulaşmalarını sağlamak için Alman-Avusturya birlikleri yanında Osmanlıların 15. kolordusunun Rusya'ya karşı yaptıkları savaşta cephedir (22 Ağustos 1916). Aralıklı olarak devam eden bu cephedeki savaşlar sonunda müttefik kuvvetleri ve 15. kolordu tutunamayarak geri atıldı.

Müttefik ordularının yenilgisiyle sonuçlanan Galiçya savaşında, Türkler 12000 şehit verdikten sonra geri dönmüşlerdi.

GANİMET

GANİMET

Savaşta düşmandan ele geçirilen her türlü eşya, silah, esir ve araziye verilen addır.

İslam'da ganimetin beşte dördü, savaşa katılan askerler arasında bölü-şülürdü. Süvariler, payının iki mislini hak olarak alırlardı. Beşte biri ise devlet giderlerini karşılamak üzere ayrılırdı (Enfal suresi: Biliniz ki ganimetinizden beşte biri Allah'a, onun ailesine, muhtaçlara, yetimlere, yolda kalanlara aittir.). Hz. Muhammed'in ölümünden sonra bu pay Müslümanların ortak yararlarına en uygun şekilde kullanılması için ayrılır, kullanılması imama bırakılırdı. Savaş esirleri de ganimet sayıldığından Müslümanların eline düşen Hıristiyanlar kadın ve çocuklar dahil, ganimette hisse sahibi askerler arasında köle olarak paylaşılırdı. Bu esirler gerekirse fidye ile veya Müslüman savaş esirleri ile değiştirilebilirdi.

Osmanlı fütuhatında ele geçirilen taşınabilir mallar, savaşa katılanlar arasında paylaşılır, arazi ise aşar ve haraca bağlanarak genellikle yerlilere, gerekirse göç eden halka dağıtılırdı.

GARİPLER

Kapıkulu süvari askerleri arasında bir bölüm.

Bunlar Sağ Garipler, Sol Garipler adı altında teşkilatlanmışlardır. Bunlara gureba-ı yemin ve gureba-ı yesar veya aşağı bölükler adları da verilmişti. Bu teşkilat XV. yüzyıl sonlarında kurulmuştu.

Bunların bir kısmı Galata, İbrahim Paşa ve Edirne Sarayı'nda yapılan çıkmalarla sağlanırdı. Tehlikeli görevlerde bulunup, yabancılar içinden kura ile seçilirlerdi. Savaşta sağ garipler padişahın sağındaki sancağın dibinde, sol garipler ise sol alem dibinde yer alırdı. Garipler sefer yapılırken merkez kolunda her gece otağı ve ordunun ağırlıklarım korumakla görevli idiler.

Savaş sırasındaki en önemli görevleri sancak-ı şerifin korunması idi. Bu sebeple sancak-ı şerifin konulduğu çadırın etrafını karargah yaparlardı. Ayrıca seferde ordugaha odun naklini temin etmek de onların göreviydi.

Sağ ve sol garipler ayrı ayrı yüzer bölüğe ayrılmışlardı. Sağ gariplerin bayrakları sarı ile beyaz, sol gariblerin bayrakları ise yeşil ile beyazdı. Köprülüler devrinde sağ garipler 410, sol garipler 312 kişi idiler. XVIII. yüzyılda ocak kanunları oldukça bozulmuş ve sefer için ihtiyaca göre hariçten garip toplamaya başlanmıştı.

GARP OCAKLARI

Osmanlı Devleti'nin Kuzey Afrika'da Trablusgarp, Tunus ve Cezayir eyaletlerine müşterek olarak yerilen isim.

Trablusgarp 1551-1912, Tunus 1574-1881 , Cezayir 1525-1830 yılları arasında Osmanlı yönetiminde kalmışlardır. Hızır Reis, Barbaros Hayreddin Paşa Cezayir'in, Koca Sinan Paşa ile Kılıç Ali Paşa Tunus'un, Turgut Reis Trablusgarp'-ın fethinde hizmet ettiler.

Garp Ocakları XVI. ve XVII. yüzyılda deniz ticareti ve korsanlık ile zenginleştiler. Başlangıçta merkezden gönderilen beylerbeyiler tarafından yönetildiler. Daha sonra dayılar devri görüldü. Merkezden gönderilen yeniçeriler ve Anadolu'dan gelenler zamanla güç kazandılar. Yeniçeri ve sipahilerin yerli annelerden doğan çocukları bütün Garp Ocaklarında 'Kuloğlu' adıyla anıldılar. Hem askerlik ve hem idare sınıfında etkili olan kuloğullarına rastlandı.

Garp Ocaklarının yerli halkı genellikle Arap ve Berberi asıllı idi. Yeniçeriler, dayılar, kuloğulları ve beylerbeyiler Türk unsurunu teşkil ettiler. Ocaklar genellikle salyaneli idiler.

Osmanlı merkezi gücü azalınca Garp Ocaklarında yerel yönetim güçlendi. Tunus'ta XVI. yüzyılda Muradiler, XVIII. ve XIX. yüzyılda Hüseyni aileleri yönetimi ele geçirdiler. Osmanlı Sultanı adına idare ettiler. Trablusgarp'ta Karamanlı ailesi güç kazandı. Osmanlı Devleti 1835'te bu ailenin gücünü kırarak merkeze bağlamayı başardı. Cezayir'de ise, dayılar devri hüküm sürdü. 1830'da Fransa Cezayir'i işgal etti.

Osmanlı merkez yönetimi ve normal bir eyaletin düzeni ve işleyişi Garp Ocaklarında mevcuttu. Yönetimin dili Türkçe, halkın dili ise Arapça idi.

XIX. yüzyılda Garp Ocaklarında Fransa, İngiltere, İtalya gibi ülkelerin teşvikleriyle bağımsızlık hareketleri görüldü.

GEDİK

Ticaret ve sanat ile uğraşma yetkisi ve bu yetkiye sahip esnaf.

Osmanlılarda her işin belirli kişiler tarafından yapılması anlamına gelen"Gedik"in bazı kuralları bulunmaktaydı. Esnaf grubu içinde belli bir işi yapmakla görevli olan kimse, bu işi ölünceye kadar elinde tutardı. Bir ustanın veya pirin başkanlığı altında toplanan kimselerden birinin yeri boşalmadıkça oraya bir başkası giremezdi. Bu sebepten ticaret ve sanatla uğraşan kimseler arasında, bunlardan birinin ölmesi veya hakkını bir diğerine devretmesi sonucunda gedik açılırdı. Bu açılan yere en uygun görülen, yani ustalık hakkı, ticaret yapma yetkisi, dükkan açma hakkı bulunan bir kişi getirilirdi.

Osmanlı Devleti'nde gedik usulünün devam ettiği yıllarda gedik sayısı artırılabilirdi. İstanbul, Eyüp, Galata ve Üsküdar çevresinde 47 enfiyeci dükkanı gediği varken, sonraları bu sayı 94'e çıkarılmıştı. 1860 yılından sonra tamamen kaldırılan gediklerle birlikte ticaret ve sanatta tekelci düzene son verildi

Ticaret ve sanatta tekel düzeni kaldırıldıktan sonra da gedik sahiplerinin gedik bulunan yer üzerindeki tasarruf hakları bir müddet daha sürdü. Gedik sahipleri, gediklerinin bağlı bulunduğu yerleri oldukça yüksek ücretlerle kiraladıkları halde, mülk sahiplerine eski kirayı vermekte devam ettiler. Böylece gerçekte üzerinde "müstakar gedik" bulunan emlakin tasarrufu fiilen gedik sahiplerine geçmiş oluyordu.

1913 yılında geçici bir kanunla gedikler tekrar kaldırıldı, İstanbul ve çevresinde gediklerin emlak üzerinde tasarruf bakımından meydana gelen karışıklığa son verildi ve asıl hak sahiplerinin emlak üzerindeki hakları bedele çevrildi.

 

GILMAN-I ENDERUN

Topkapı Sarayı içoğlanları hakkında kullanılır bir deyimdir.

Gılman-ı Hassa veya Gılman-ı Saray-ı Amire de denilirdi. Bunlar çeşitli odalara ayrılmıştı. Bu odalar sırasıyla şöyledir: 1) Büyük ve Küçük Odalar, 2) Doğancı Koğuşu, 3) Seferli Odası, 4) Kiler Odası, 5) Hazine Odası, 6) Has Oda.

Topkapı Sarayı iç oğlanları dolamalı ve Kaftanlı olmak üzere iki sınıfa ayrılırlardı. Büyük ve küçük oda gümanlarına dolama gıydirildiğinden onlara "dolamak", diğerlerine kaftan giydirildiğinden "kaftanlı" denilirdi. Bütün gılmanlar Babüssaade'den içerideki kısımlarda hizmet görürlerdi. İçlerinden başarı gösterenler derece derece yükselirler ve önemli görevlere gelirlerdi.
 

GİDİŞ ALAYI

Osmanlı padişahlarının saray dışındaki gezileri için düzenlenen alaylara verilen ad.

Padişahlar, resmi ve sayılı günler dışında yaptıkları gezileri halka ilan etmezlerdi. Ancak bu gezilerde de çok sade olmamakla beraber, bazı merasimler yapılırdı.

Bu alaylarda muhafızlar ve saraylılardan meydana gelen görevliler de bulunurdu. Başçuhadar padişahın yağmurluğunu taşıyarak rikab-ı hümayunun sağ, ikinci çuhadar, kırmızı atlas kese içinde Papuş-i hümayunu taşıyarak sol yanında olarak yürürlerdi. Çizmeci adındaki üçüncü çuhadar ise padişahın yedek çizmeleri ile başçuhadarın arkasında, dördüncü çuhadar onun arkasından giderdi. Bunların arkasından da gereği kadar salma çuhadar ile solaklar yürürlerdi. Ata biniş ve inişlerde, köprü veya dar geçitlerde solakbaşı dizgin tutardı. Padişahların gidişleri genellikle halktan gizli tutularak arz ve talepleriyle padişahı rahatsız etmemeleri sağlanırdı.

Teşrif-i Hümayun denilen bu geziler resmi olursa bunlardan başka, yerine göre yeniçeri ağası, kapıcıbaşı, mir-i alem, mirahur, çavuşbaşı ile özengi ağaları da alaya katılırlardı.

Gezilerde çadırlarda gecelenecek olunursa mevkib-i hümayun ile birlik aşçı ve çadırları kuracak kadar mehter bulunur, erzak ve levazım, atlar ve esterler de götürülürdü.

Bu geziler av için yapılıyorsa, samsuncular, zağarcılar, şahinciler gibi avda gerekli olanlar da beraber alınırdı. Resmi olmayan bu gibi gidişlerde otağ-ı hümayun önüne tuğlar dikilmezdi. Kayık ile deniz geçilecek gidişlerde, padişahın bindiği teknenin dümenini bostancıbaşı tutardı.

Tanzimat'tan sonraki gidiş alayları daha sade olmuş, at ve araba kullanılmıştır. Gidiş alaylarını düzenleyen görevliye "gidiş memuru" adı verilmiştir.
 

GİRAY

Kırım'da XV. yüzyıl başlarından 1783 tarihine kadar hüküm sürmüş hanedan mensuplarının müşterek lakabıdır.

Aile, Cengiz Han'ın torunlarından Tukay- Temür (Tokay Timur)'e bağlanmaktadır. Altın Ordu hanı Möngke Temür (Mengü Timur) (1267-1280) oğlu Üreng Temür (Oreng Timur)'e Kırım ve Kefe'yi (Yurtluk) muntuh vermişti. Altın Ordu’da 1359'dan sonra başlayan iç savaş döneminde Tukay Temüroğulları, Altın Ordu tahtı üzerinde hak iddia ederek mücadeleye başladılar. Sonuçta Altın Ordu'nun merkezine, Uluğ Yurt'a hakim olan diğer hanlara karşı Kırım'da bağımsız bir devlet kurmayı başardılar. Toktamış'ın Timur'a daha sonra Edigü (Edige)'ye karşı mücadelelerinde, Tugay Temüroğulları daima Toktamış'la birlikte hareket ettiler ve Edigü'nün desteklediği hanlara Kırım'ı zaman zaman bırakmak zorunda kaldılar. 1419'da Edigü'nün ölümü üzerine Taştimur'un oğlu Gıyaseddin, Kırım'ı elde etti. 1427'de Kırım'da Gıyaseddin'in kardeşi Devlet Bendi hüküm sürdü.

Girayların amacı, Kırım yarımadasını elde bulundurmak, imkan bulunca Saray'ı ele geçirerek Altın Ordu Hanlığı'na sahip olmaktı. Kırım kaynaklarında Gıyaseddin, Altın Ordu hanlarının geleneklerine göre Kirey (Giray) kabilesinden olan atalığı yanında yetişmiş daha sonra atalığına hürmeten ilk oğlunun adını Hacı Kirey koymuştur. Bundan sonra bu soydan gelenler Kirey lakaplarını kullanmışlardır. Bu kabilenin diğer kollarından olarak Kazaklar, Türkmenler, Başkurtlar, Bunyatlar ve Moğollar sayılır.

Cengiz Han, Kereit Hanı Wang Han'ı mağlup edince onun kızıyla evlendi. Kereitlerden bir bölümü batıya kaçınca kalanları Moğol kabileleri arasında dağıtıldı. Bu sebeple Kereitler Moğollarla beraber veya kaçarak Kırım'a yayıldılar. Altın Ordu Hanlığı'nın dört asil kabilesinden biri Kirey (Giray)'ler idi.

Don nehrinin doğusunda, kuzey Kafkasya'da Kirey kabilesinin Hacı Giray'ı destekledikleri anlaşılmaktadır. Hacı Giray'dan sonra oğullarından yalnız Mengli Giray ve onun soyundan gelenler bu lakabı taşımıştır. Ayrıca hanedandan kız alıp- veren Şirin beylerinden bazıları da Giray lakabını almışlardır.

1532'ye kadar bağımsız bir siyaset güden Giraylar Rusların tehdidi karşısında Osmanlıların himayesini benimsediler. Giraylar ilk defa Temmuz 1475'-de Megli Giray'ın bir mektubu ile Osmanlı tabiyetini kabul etmişlerdir.
 

GÖÇ-İ HÜMAYUN

Padişahların bir süre kalmak üzere saray dışındaki bir yere gitmesi olayı için kullanılır tabirdir.

Padişahlar istedikleri zaman, uygun mevsimlerde Saray dışına çıkarak Boğaziçi yalı ve köşklerinden birine veya Eyüp sahillerindeki yalılardan dilediğine gider, gün boyunca veyahut göç suretiyle bir müddet oralarda kalırlardı. Boğaziçi yalı ve köşklerine genellikle sabah erken vakitlerde, kayık ile giderlerdi. Saltanat kayığından önce çevredeki kayıkları uzaklaştırmak ve yol açmak için muhafız asker bulunan bir kafile çıkarılırdı. Bunların arkasında bulunan yedi çifte ikinci bir kayıkta Tülbent Ağası, padişahın sarıklı kavuğunu taşırdı. Tülbent Ağası, kavuğu sağa, sola eğdirerek çevreye padişahın selam ve iltifatını bildirirdi. Sonra gelen iki kayıktan birinde emir-i ahur, diğerinde de saray nazırı bulunur ve bunların hemen gerisinde, on üç çifte kürekli kayıkla padişah gelirdi.

Padişahın kayığını on iki çifteli kayık ile kızlar ağası ve hazinedar ağalar izlerdi.
 

GÖNÜLLÜ AĞASI

Osmanlı Devleti'nde Yeniçeri Ocağı'na kayıtları yapılmadan, kısaca yeniçerilikle ilgileri bulunmadığı halde savaşa gönüllü olarak katılanların komutanlarına verilen addır.

Yeniçerilik sürdüğü müddetçe gönüllülerden savaşlarda kahramanlık gösterenler "tashih bedergah" yoluyla Yeniçeri Ocağı'na alınırlardı. Tanzimat'tan sonraki askeri teşkilâtlar dışında, yapılan savaşlara katılan gönüllüler, askeri eğitim görmedikleri halde ve bir kısmı macera peşinde olmaları sebebiyle bölük veya tabur gibi ayrı bir kuruluş şeklinde faydalanılmamış; bunlar sonradan askeri birlikler içine katılmışlardır.
 

GULAM

Tımar sahiplerinin savaş zamanında yanlarında götürdükleri savaşçılar için kullanılan bir tabirdir.

Kapıkulu askerlerine "Gulam-ı der" de denmektedir. İran'da Şah Abbas zamanında Osmanlılardaki kapıkulu teşkilatı örnek olarak kurulan Gulam kıtaları veya şah nökerleri adı verilen bu orduyu, kullar ağasının emrinde sayıları dört bin kadar olan süvari kıtaları meydana getiriyordu.
 

GUREBA

Osmanlı ordusunda altı kapıkulu süvari bölüğünden ikisinin adı idi.

Bu iki bölüklere Gureba-i Yemin ve Gureba-i Yesar denmekteydi. Gureba'ya yeni Müslüman olanlar ile Arap ve Acemler girerdi. Gureba sınıfından bu iki bölüğün bir başka adı da "Aşağı Bölükler" idi. Ulufeciyan ile Gureba Bölüklerinin bayraklarının alaca renkli olması bu iki bölüğe "Alaca Bayrak" da denilmesine sebep olmuştu. Gureba'nın diğer bölükler gibi Bölük Ağası, Kethüda, Kethüda Yeri, Katip, Kalfa adlarıyla büyük, başçavuş ve çavuş adlarıyla da küçük subayları bulunurdu. Maaşları, aralarından seçtikleri bir görevli tarafından Divan'dan alınır, veziriazam huzurunda kendilerine dağıtılırdı. Gündelikleri dokuz akçeden başlar, kıdemlerine göre yükselirdi. Bir müddet İstanbul'un çeşitli yerlerinde oturdular, daha sonra da Edirne ve Bursa yakınlarındaki köylere yerleştirildiler.

Gureba Ağaları harice çıkınca Defter Kethüdası olurlardı. Bunlar Baş ve Orta Bölükler gibi yalnız Padişahın katıldığı bölüklerde bulunurlardı. Gureba'dan bu göreve alınanlar, savaştaki hizmet ve yararlılıklarından dolayı mükafatlandırılırlar, kendilerine Sultanların vakıflarının idaresi, devlet arazisinin ürün ve gelirlerinin toplanması, Hıristiyan tebaadan vergi alınması gibi görevler verilirdi.

1826'da Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması ile bu kuruluşa da son verilirdi İstanbul, Anadolu ve Rumeli'de bulunanlara gümrükten birer maaş bağlanarak bunlar emekliye çıkarıldı.

Gureba-i Yemin:

Osmanlı Devleti'nde Galata, İbrahim Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlarla savaşta yaralıklar gösteren yabancılar ve yeni Müslümanlardan meydana gelen iki süvari bölüğünden birinin adı.

Bunlar devlet hazinesinden ulufe ve günlük tayın alırlar ve merkezdeki ordu sınıfının sağında bulunurlar, sağ kanadın koruyuculuğunu yaparlardı. Bu yüzden kendilerine "Sağ Garipler" de denirdi. Gureba-i Yemin'in bayrakları sarı ile beyaz idi.

Gureba-ı Yesar:

Osmanlı Devleti'nde Galata, İbrahim Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlar ile savaşta yararlık gösteren yabancı veya yeni Müslümanlardan meydana gelen iki süvari bölüğünden diğerinin adı.

Görevleri arasında, sadrazama bağlı sancak muhafızlığı yapmak ve sol kanatta yedek kuvvet olarak beklemekti. Bu yüzden kendilerine "Sol Garipler" adı da verilirdi. Bayrakları yeşil ile beyaz idi.
 

GÜMRÜ BARIŞ ANTLAŞMASI ( 3 ARALIK 1920 )

TBMM Hükumeti ile Ermenistan arasında imzalanan antlaşma.

Maddeleri:

1. Kars Sancağı’nın bütünü Türkiye topraklarına katılacak; antlaşma öncesinde Ermenistan’ın elinde bulunan Kulp (Tuzluca) kazası Türkiye’ye bırakılacaktır.

2. Doğu Anadolu topraklarının bir bölümünün Ermenistan’a bırakılmasını öngören Sevr Antlaşması Erivan HükUmetince geçersiz sayılacaktır.

3. Türkiye ve Ermenistan bu antlaşmanın yürürlüğe girmesinden sonra karşılıklı olarak diplomatik ilişki kuracaklardır.

4. Ermenistan topraklarında yaşayan Müslüman halkın dinsel ve kültürel hakları Ermeni Hükumeti tarafından güvence altına alınacaktır.
 

 
FACEBOOK
 
Facebook'ta Paylaş
GOOGLE
 
 
Bugün 11 ziyaretçi (15 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol