C

CABER KALESİ

Kuzey Suriye'de, Fırat ırmağının sol kıyısında, eski bir kale harabesi ve Rakka'dan Balis'e uzanan yol üzerindeki konak yeri.

Caber Kalesi bugünkü Rakka şehrinin batısında, Fırat'ın sağ yakasındaki Sıffin'in karşısında ve Halep'in güneydoğusunda bulunur. Kalenin Osmanlılar açısından önemi, Osman Bey'in büyük babası Süleyman Şah'ın mezarının burada bulunmasındandır.

İslamlıktan önce ve İslamlığın başlangıcı sırasında buraya Davsara, Arap coğrafyacılarınca da Devser adı verilmiştir.

Osmanlı vaka nüvislerine göre Caber Kalesi Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey'in büyük babası olan ve Fırat nehrini geçerken boğulan Süleyman Şah'ın gömüldüğü yerdir. Burada Süleyman Şah'a ait olduğu söylenen türbe II. Abdülhamid tarafından yeniden yaptırılmıştır. Osmanlı Devleti zamanında Caber Kalesi Rakka kazasına bağlı bir bucak merkezi idi.

Birinci Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin yenilmesi üzerine önce 1918 yılında İngiliz kuvvetleri tarafından işgal edilmiş, sonra Fransız mandası altına giren Suriye Devleti sınırları içinde kalmıştı.

20 Kasım 1921 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi hükumeti ile Fransız hükumeti, arasında imzalanan antlaşma gereğince Sultan Osman'ın büyük babası Süleyman Şah'ın Caber Kalesi'nde bulunan ve Türk mezarı adı ile tanınan kabri müştemilatı ile beraber Türkiye'ye verilmiş ve "orada muhafızlar bulundurmak ve bayrağını çekmek hakkı" tanınmıştır.

CANDAROĞULLARI

XIII. yüzyıl sonlarında Anadolu Selçuklu Devleti parçalanırken, Kastamonu, Sinop ve çevresinde kurulan Türk beyliği.

Beyliğin bu unvanla anılmasına, hanedanın kurucusu olan Şemseddin Yaman’ın, Kastamonu valisi Muzaffereddin Yavlak Arslan'ın "candar"ı olarak gösterilmesi sebep olmuştur. Aynı zamanda bu beylik, hanedanın 8. hükümdarı İs-fendiyar Bey'e izafeten Osmanlı tarihlerinde "İsfendiyaroğulları'' ve hatta son hükümdar Kızıl Ahmed Bey'e izafeten "Kızıl Ahmedlu" (Kızıl Ahmedli) diye de anılmaktadır.

Anadolu Selçuklu Sultanı II. Gıyaseddin Mesud ile kardeşi IV. Rükneddin Kılıç Arslan arasındaki saltanat mücadelesinde Muzaffereddin Yavlak Arslan öldürüldüğünden, İlhanlı hükümdarı Keyhatu, ondan boşalan Kastamonu valiliğini Şemseddin Yaman Candar'a vermiştir (1292). Ancak, Şemseddin Yaman, Yavlak Arslan'ın oğlu Mahmud'un elinde bulunan Kastamonu'yu alamamıştır.

Şemseddin Yaman'dan sonra yerine geçen oğlu I. Süleyman 1320'de Kastamonu'yu ele geçirerek beylik merkezini buraya nakletmiş, Sinop ve Safranbolu'yu da alarak beyliğin sınırlarını genişletmiştir. Babası gibi İlhanlılara bağlı kalarak onlar adına para bastırmış, İlhanlı Devleti'nin yıkılmasından sonra bağımsızlığını elde etmiştir.

Candaroğulları ile Osmanlılar arasında münasebet, Osmanlı tarihlerinde '"Kötürüm" lakabıyla anılan Celaleddin Bayezid zamanında (1366-1385) başladı. Bu hükümdarın son yıllarında, oğulları Süleyman ile İskender arasında baş gösteren bir anlaşmazlıkta Süleyman, kardeşini öldürterek, I. Murad'a sığındı ve Osmanlı kuvvetlerinin yardımıyla Kastamonu'yu ele geçirdi. Bu sırada Kötürüm Bayezid'in ölümüyle yerine Sinop'ta diğer oğlu İsfendiyar Bey geçtiğinden, Candaroğulları Beyliği, Sinop ve Kastamonu şubeleri olmak üzere ikiye ayrıldı. Kastamonu Emiri II. Süleyman, I. Murad'ın yeğeni ile yani Süleyman Paşa'nın kızı ile de evlendi ve ilk zamanlar Osmanlılarla dost geçindi. Hatta Birinci Kosova Savaşı ile Yıldırım Bayezid'in Anadolu savaşları sırasında bir miktar yardımcı kuvvet bile gönderdi. Fakat Yıldırım Bayezid'in Anadolu beyliklerini bir hamlede ortadan kaldırdığını görünce sıranın kendisine de geleceğini sezerek Kadı Burhaneddin ile Osmanlılar aleyhine anlaştı. Bunun üzerine Yıldırım Bayezid, süratle Kastamonu üzerine yürüyerek burayı ele geçirip Süleyman'ı öldürdü ve böylece Candaroğulları Beyliği'nin Kastamonu şubesine son verdi (1392).

Sinop şubesinde hüküm süren İsfendiyar Bey ise Ankara Savaşı'ndan (1402) sonra Timur'a bağlılığını bildirdi. Anadolu beyliklerini diriltmek siyasetini güden Timur, Sinop bölgesinden başka Kastamonu ve Çankırı'yı da İsfendiyar'a verdi. Bundan sonra İsfendiyar Bey, Safranbolu, Kalecik, Müslüman Samsun ve Bafra'yı da zaptederek beyliği en geniş sınırlarına ulaştırdı. Bu sırada Çelebi Mehmed'le dostça geçindi. Musa Çelebi'nin Rumeli'ye geçmesine yardım ettiği gibi, Karaman ve Eflak seferlerine de oğlu Kasım kumandasında bir miktar kuvvet gönderdi (1415). Fakat sonradan Kasım, babası ile bozuşup Osmanlı sarayında kalınca, Çelebi Mehmed, Tosya, Çankırı, Kalecik, Kastamonu ve Bakırküre'nin Kasım'a verilmesini istedi.

Ancak, İsfendiyar Bey, Kastamonu ve Bakırküre'nin kendisine bırakılmasını rica ile diğer yerleri doğrudan doğruya Osmanlılara terkettiğinden Tosya ve Kalecik Osmanlı topraklarına katılarak Çankırı Kasım Bey'e verildi. Bundan başka Çelebi Mehmed, 1419'da İsfendiyar'ın diğer oğlu Hızır Bey'in elinde bulunan Samsun'u da aldı. Çelebi Mehmed'in ölümünden sonra Osmanlı şehzadelerinin mücadelelerini fırsat bilen İsfendiyar, evvelce terketmiş olduğu yerlere saldırarak Kasım'ı kaçırdı. Fakat sonunda, II. Murad'a mağlup olup Sinop'a kaçtı. Barış istemek zorunda kalınca, Kastamonu ve Bakırküre'nin kendisine bırakılmasına karşılık, Bakırküre hasılatından bir kısmını Osmanlılara vergi olarak ödemeyi ve gerektiğinde seferlere yardımcı kuvvet göndermeyi kabul etti. Ayrıca oğlu İbrahim'in kızı Hatice'yi (Şehzade Orhan'ın annesi) II. Murad'a verdi (1424).

Bu anlaşma Fatih dönemine kadar sürdü. Esasen Candaroğulları Beyliği'ni ortadan kaldırmaya karar vermiş olan Fatih, Trabzon seferi sırasında dönemin yöneticisi Candaroğlu İsmail Bey'e mektup yazarak, bu sefer için yardımcı kuvvet göndermesini ve Sinop limanına gelecek Osmanlı donanmasının ihtiyaçlarını karşılamasını bildirdi. Bunun üzerine İsmail, oğlu Hasan'a bir miktar kuvvet verip hediyelerle Ankara'ya padişahın ordugahına gönderdi. Fakat, Fatih, Hasan'ı hapsettirdi ve İsmail'in kardeşi Kızıl Ahmed Bey'e Bolu sancağını vererek onu Mahmud Paşa ile birlikte Kastamonu üzerine gönderdi. İsmail Bey önce Kastamonu'dan Sinop'a kaçtı, fakat Osmanlı donanmasının da limana girdiğini görünce şehirden çıkıp teslim olmak zorunda kaldı (1461). Fatih, İsmail Bey'e hürmet göstererek, Bursa civarında Yenişehir, İnegöl ve Yarhisar’ı kendisine tımar olarak tayin edip, Candaroğulları arazisini Kızıl Ahmed'e verdi.

Trabzon'un zaptından sonra Fatih, Kızıl Ahmed'i Mora Sancağı'na tayin ederek, Candaroğulları Beyliği'ne tamamıyla son verdi ve buraları Osmanlı ülkelerine kattı (1416).
 

CARİYE

Savaş sonunda esir edilen ya da para ile satın alınan erkeklere "Köle" denildiği gibi, kadın ve kızlara da "Cariye" adı verilmiştir. Bunlara "Halayık" da denirdi.

Cariyeler Osmanlı Haremi'ne çeşitli yollarla geliyordu:

1-Savaş sonunda alınan esirlerin beşte biri padişahındı.

2-Gümrük Emini tarafından saray adına satın alınıyordu.

3-Büyük devlet adamları ve komutanlar küçük yaşta cariyeleri satın alıyor, gerekli, terbiyeyi verdikten sonra padişaha sunuyorlardı.

4-Kırım'dan gemilerle getiriliyordu.

5-Komşu devlet hükümdarları hediye ediyordu.

Harem'e bu şekilde giren cariyeler üç bölüme ayrılırdı:

1-Harem'de türlü hizmetleri gören cariyeler: Bunlar en ucuza alınan cariyelerdir, yaşları büyüktür ve normal güzelliktedirler. Sarayda çeşitli hizmetlerde çalıştırılırlar ve yaptıkları iş karşısında para alırlardı.

2-Satılmak ya da hediye edilmek için alınan cariyeler: Bunlar 5-7 yaş arasındaki, ileride güzel olacağı umulan kızlar arasından seçilirdi. Bunlara nezaket kuralları, nakış, dikiş, ud, kanun çalmak öğretilirdi. Büyüdükleri zaman da uygun bir fiyatla satılır ya da komşu devletlerin hükümdarlarına hediye edilirlerdi.

3-Odalıklar (Müstefreşeler): Bunlar 15-20 yaş arasındaki çok güzel kızlardan seçilirdi. Bu cariyelerin fiyatları çok yüksek olup, yüksek devlet memurları, padişah kızları tarafından satın alınırlardı.

Cariyeler her bölümde de acemiler, kalfalar ve ustalar diye kendi içlerinde ayrıma tabi tutulurlardı.

Harem'e alınan cariyeler kalfalar tarafından terbiye edilirdi. Nezaket kuralları, büyüklerine karşı saygılı olma hakkında bilgiler verilirdi, ister odalık, isterse gelecekte güzel olacağı düşünülerek Harem'e alınan cariyeler geleceğin ikballeri, Kadın efendileri ya da valide sultanları olacağından okuma-yazma ve saray adetlerini iyi öğrenmelerine son derece dikkat edilirdi. Özellikle padişah zevcesi olabilecek kapasitedeki kızlar "Hazinedar Usta" tarafından özel bir eğitime tabi tutulurdu. 

CEBECİ

Savaş araç ve gereçleri yapan, bunları muhafaza eden ve savaşta mevzilere ve tabyalara sevkeden ordu görevlilerine verilen addır.

Cebe zırh demektir. Cebeci bugünkü tabire göre tüfekçi ustası anlamına gelir. Cebeciler ok, yay, kılıç, kalkan, cirit, cebe, cevş, tüfek, tabanca, barut, kurşun gibi dönemlerinin savaş malzemelerini yaparlardı. 
 

CEBELU

Tımar ve zeamet sahiplerinin sefer sırasında kendilerinden başka götürmeye mecbur oldukları savaşçılara verilen addır.

Cebelu silahlı asker demektir.

Lehçe-i Osmani'de Cebelu "Tımar sahiplerinin yedek götürdükleri silahlı adamlar, kafileyi muhafaza için verilen yerli süvari" diye tarif olunmaktadır. Cebelu ismi, zırh giydikleri için verilmiştir. Savaşlarda kahramanlık gösteren cebelulara tımar verilirdi. 
 

CEBESOY, ALİ FUAD (1883-1968)

İstanbul'da doğdu. Ferik İsmail Fazıl Paşa'nın oğludur.

22 Mart 1899'da girdiği Harp Okulu'ndan 9 Ocak 1902'de teğmen olarak mezun oldu. Ocak 1902 ile 11 Ocak 1905 tarihleri arasında Harp Akademisi'ni bitirdi. Ocak 1905-28 Haziran 1907'de Kurmay stajı için Şam'da 5. Ordu emrinde (Ordu Karargahı Beyrut'taki 3. Nişancı Taburu, 28. Süvari Alayı ve Selanik'teki 15. Topçu Alayı'nda) görev aldı. 13 Mart 1908-9 Ocak 1909'da 3. Süvari Tümen Kurmay Başkanı, 9 Ocak 1909-1 Ekim 1911'de Roma Ataşemiliteri, 1 Ekim 1911-20 Şubat 1912'de Garp Ordusu 1. Şube Müdürü, 20 Şubat 1912-24 Haziran 1912'de muvakkaten 1. Kolordu Kurmaylığı'nda İpek ve Yakova'nın asilerden kurtulması için 7. kolorduca teşkil edilen müfrezenin komutanı, 24 Haziran 1912'de Trablusgarp'a yapılacak silah ve cephane nakliyatı için görevli olarak Avrupa'ya gönderildi. 29 Eylül-10 Kasım 1912'de İşkodro Kolordusu ve sonra Yanya Kolordusu Kurmay Başkanı, 10 Kasım 1912-Mart 1913'te Yanya'da 23. Tümen Komutan Vekili, 15 Ocak-19 Eylül 1914'de Şam'da 8. Kolordu Kurmay Başkanlığı sırasında yarbay oldu.

19 Eylül 1914-20 Ocak 1916'da 25. Tümen Komutanı (Sina ve Çanakkale Cephesi'nde) bu görevi sırasında albaylığa yükseldi (1915). 20 Ocak-30 Eylül 1916'da 14. Tümen Komutanı (Kafkas Cephesi'nde), 30 Eylül 1916-12 Ocak 1917'de 5. Tümen Komutanı (Kafkas Cephesi'nde), 12 Ocak-Nisan 1917'de 2. Ordu Kurmay Başkanlığı'nda bulunurken (Sina-Filistin Cephesi'nde Mirliva (tuğgeneral) oldu.

Nisan-30 Haziran 1917'de Sina-Filistin Cephesi Komutan Yardımcısı, 30 Haziran 1917-9 Eylül 1919'da Ankara'da 20. Kolordu Komutanı ve aynı zamanda bir süre 7. Ordu Komutan Vekili, Eylül 1919-Haziran 1920'de 20. Kolordu Komutanlığı görevi saklı kalmak üzere Batı Anadolu Kuva-yı Milliye Genel Komutanı, 26 Haziran-10 Kasım 1920'de Batı Cephesi Komutanı ve aynı zamanda TBMM üyesi (milletvekili), 20 Kasım 1920-Nisan 1922'de TBMM hükumetinin Moskova Büyükelçisi, Nisan-21 Ekim 1922'de TBMM üyesi, Meclis ikinci Başkanı, 21 Ekim 1923-31 Ekim 1924'de Meclis'teki görevleri saklı kalmak üzere 2. Ordu Müfettişi oldu (Meclis kararıyla süresiz izinli sayıldı). Bu arada 1923'de ferikliğe yükseldi (korgeneral).

31 Ekim 1924'de ordu müfettişliğinden istifa ederek Meclis'teki görevine devam etti. 1 Ekim 1927'de yasama görev süresi sona erdiğinde, açığa alındı. 5 Aralık 1927'de emekliye ayrıldı.

Cebesoy, sivil hayatında, Büyük Millet Meclisi VIII. devrelerinde Konya milletvekili, IX. devresinde Eskişehir milletvekili (bağımsız), X. ve XI. devrelerinde İstanbul milletvekili (bağımsız), 3 Nisan 1939-9 Mart 1943'de Bayındırlık Bakanı, 9 Mart 1943- 5 Ağustos 1946'da Ulaştırma Bakanı, 20 Ocak 1948-1 Kasım 1948'de TBMM Başkanı olarak görev yaptı.

10 Ocak 1968'de İstanbul'da öldü. Geyve civarındaki Alifuadpaşa İstasyonu'nda, aynı adı taşıyan camiin avlusunda gömülüdür.

Fransızca ve Almanca dillerini bilen Ali Fuad Cebesoy'un Milli Mücadele Hatıratı, Moskova Hatıraları, Birüssebi-Gazze Meydan Muharebesi ve 20. Kolordu, Mektep Arkadaşım Atatürk, Siyasi Hatıralar, Mustafa Kemal -Milli Lider adlı eserleri vardır.
 

CELALİ İSYANLARI

Osmanlı tarihinde "Celalî İsyanları" diye anılan, uzun yıllar süren olaylar dizisi.

XVI. yüzyıldan evvelki belgelerde imparatorlukta herhangi bir bölgede, Müslüman halk arasında görülen ayaklanmaya özellik farkı gözetmeksizin Celali adı verilmiştir. Karayazıcı'nın ortaya çıkmasıyla (1598) artık Anadolu'da görülen belli karakterdeki isyanlara Celali isyanları demek adet olmuştur.

XVI. yüzyılda Şeyh Celal, Baba Zinun gibi tarikat ehli oldukları sanılan şahısların çıkarmış oldukları isyanlar, devlet kurucularının ve hanedanın yıkılmasını amaçlıyordu. Kanuni devrinin sonlarında doğan Celali isyanları ise devletin kurucularını ve siyasi kadroyu yıkmak değil, birtakım zorunluluklar karşısında yeni bir gelişmeye sürüklemek çabasını güdüyordu. Bu isyanlara katılanlar ne mezhep, ne devlet görüşü ile birbirlerinden ayrılmış değillerdi. Bu isyanlara katılanlar; altı ayrı başlıkta toplanabilir:

1-Şah kulu ve Celali 'den sonra birtakım baba şeyhler Anadolu'daki kızılbaşları tahrik ve teşvik ederek ayaklanmaya sebep oldular ve Celalilere katıldılar.

2-Kanuni Sultan Süleyman'ın oğlu Bayezid, Amasya valisi iken, meşhur eşkıya Celal'in oğlu onun maiyetine girmiş ve daha sonra Celalilere katılmış ve isyan etmiştir.

3-Köylerden şehirlere gelen delikanlılar bir kapıya bağlanıyorlar, bağlı bulundukları ağa veya paşanın azli, isyan veya ölümünde bir başka kapıya bağlanıncaya kadar bölük başılarının kumandasında köy köy gezip, eşkıyalık yaparak isyan çıkarıyorlardı. Celalilerin büyük bir kısmını bunlar meydana getiriyordu.

4-Anadolu'da bulunan yörük ve Türkmenler, yaylak ve kışlaklara giderken kendilerine ait olmayan boş ve ekili tarlaları çiğniyor ve karışıklıklara sebep oluyorlardı.

5-Sipahiler ve devlet memurları geniş çapta bu isyanları teşvik ediyor ve bu isyanlara katılıyorlardı.

Celali isyanlarının ana sebebi devletin idare mekanizmasının ve toplum düzeninin bozulmasıdır. Değişen dünya gerçeklerine uygun tavır alamamak, askeri seferlerin sıklaşmaya ve uzamaya başlaması ve Osmanlı ordularının çoğu defa yenilmeleri halkın huzursuzluğunu arttıran şartlardı. Bu dönem savaşlarında ganimet elde edilemiyor ve savaş masrafları halka yüklenen yeni vergilerle karşılanıyordu, Celali isyanları halkın bu duruma bir tepkisi olarak düşünülmelidir.

Yapılan yeni araştırmalarla Celali isyanlarının çıkış tarihinin 1550'lere kadar indiği tesbit edilmiştir. 1596 yılı ise isyanların kesin bir şekil aldığı tarihtir. 1596'dan sonraki olaylara Celal-i Fetret yani Celali karışıklıkları adı verilmiş ve bu olaylar Anadolu'nun sosyal ve ekonomik hayatında yeni bir devir açmıştır.

Karışıklık (fetret) devrinin Celali olaylarında sekbanlar, köyleri talan ederek hemen hemen bütün çiftçi halkı da sekban haline geçirmişlerdir. Sekbanlar köy iktisadi hayatını bozduktan sonra büyük bir halk kitlesini de yaşadıkları yerlerden göçe zorlamışlardır. Kasabalara ve şehirlere saldırılar başlamıştır. Fetret devrine göre daha karanlık ve felaketli olan 1604'te başladığı kabul edilen devreye halk dilinde Büyük Kaçgunluk veya Büyük Firar

devri denilir.

Celali şefleri, resmen padişahın kendilerine verdiği sıfatları taşıyorlardı. Bu şeflerin tuğrası "Şahan-ı Pişi'' adı ile anılırdı ki bu da İstanbul Enderun Mektebi'nin Anadolu'daki devamı olarak görülmekteydi.

Celali isyanları çeşitli şeflerin başlarında uzun süre devam etti ve son şef Abaza Mehmed Paşa'dan sonra gittikçe yavaşladı. Abaza Mehmed Paşa Genç Osman'ın Yeniçeriler tarafından katli üzerine ayaklandı ve Yeniçerilere karşı cephe aldı. Bu isyan 7-8 yıl devam etti ve güçlükle bastırıldı.

Celalilerle başa çıkamayacağını anlayan devlet, Celalileri askeri hizmete aldı. Bir kısmı, Osmanlı Hassa ordusuna alındı, bir kısmı da beylerbeyi ve sancak beylerinin hizmetine girdiler.
 

CEM SULTAN (1459-1495)

Fatih Sultan Mehmed'in küçük oğlu.

Edirne Sarayı'nda doğmuş, Napoli'de ölmüştür. Beş yaşına basınca bir hocaya verilmiş, dokuz yaşına gelince Kastamonu sancak beyliğine gönderilmiş ve öğrenimine orada devam etmiştir. Kardeşi Mustafa'nın 1474 yılında ölümü üzerine onun yerine, Karaman valiliği görevi ile Konya'ya gönderildi. Konya'da kaldığı altı yıl içinde öğrenimine devam etmekle beraber, ata binmekte, avlanmakta ve başka sporlarda ustalık kazandı. Larende'de (Karaman) saray, bedesten çarşı yaptırdı. Adaletli idaresi ile halkın sevgisini kazandı. Cem Sultan'ın çevresinde lalası Gedik Ahmed Paşa'dan başka, Frenk Süleyman, Hatipzade Nasuh, Defterdar Ahmed, Sofu Hüseyin ve Çeşnigirbaşı İlyas Şirmerd Ağa gibi şahsiyetler ile bazı Rum ve İtalyan bilginler de vardı. Cem Sultan bu sırada dünyaya gelen oğluna Oğuz Han adını verdi ve onu İstanbul'a babasının sarayına gönderdi. Fatih Rodos seferinden önce Rodos şövalyeleri ile bir antlaşma yapmaya Cem Sultan ile Çelebi Sultan'ı memur etti. Büyük bir sefer için Fatih'in Üsküdar'a geçtiği sırada Cem Sultan, bir miktar kuvvetle Suriye sınırına gönderildi.

Amasya valisi bulunan Bayezid çok iyi yetişmiş olmasına rağmen, Cem Sultan daha cesur ve hareketli idi; daha çok seviliyordu. Fatih de onu, sefahata düşkün olan Bayezid'den daha çok severdi. Fatih'in ölümü üzerine, sadrazam Karamani Mehmed Paşa, Bayezid'e taraftar olan Yeniçerilerin isteklerine uyarak Amasya'ya bir haberci gönderdi. Diğer taraftan da kendi adamlarından birini bir mektupla gizlice şehzade Cem Sultan'a gönderdi. Amacı, Şehzade Bayezid gelmeden Cem Sultan'ı getirip tahta çıkarmaktı. Fakat gönderdiği ulak Anadolu Beylerbeyi Sinan Paşa tarafından yakalanarak öldürüldü. Yeniçeriler de ikili oynayan Mehmed Paşa'yı öldürdüler. Böylece Cem Sultan'ın tahta geçirilmesi planı uygulanamaz hale geldi.

Hükümdarlığı kaybeden Cem Sultan, tahtı zorla ele geçirmek kararı ile kardeşine, karşı ayaklandı. Konya'da toplandığı kuvvetlerle acele Bursa üzerine yürüdü. Yapılan savaşta II. Bayezid'in kuvvetlerini yendikten sonra şehri ele geçirdi. Cem Sultan, Bursa ve civarına hakim olup 18 gün saltanat sürdü, adına hutbe okutup para bastırdı.

Bu sırada II. Bayezid, bir taraftan Anadolu yakasında hazırlıklar yaparken bir taraftan da Cem Sultan'ın lalası Afşinoğlu Yakup Bey'i elde etti; ona yazdığı bir mektupta Cem Sultan'ı savaşmak üzere askeri ile birlikte Yenişehir ovasına gelmeye ikna etmiş olursa kendisine Anadolu Beylerbeyliği'ni ve yüz bin akçelik ürün veren köyler vereceğini bildirdi. Cem Sultan kardeşi Bayezid'in hazırlıklarını önlemek istedi. Halası Selçuk Hatun ile devrin bilginlerinden Mevlana Ayaş ve Şükrullahoğlu Ahmed Çelebi'yi II. Bayezid'e göndererek, Anadolu yakasının kendisinde Rumeli yakasının Bayezid'de kalmasını teklif etti. Bayezid bu teklifi kabul etmedi.

Cem Sultan Bursa'dan ayrıldı; Karaman'a çekilecek yerde Afşinoğlu Yakup Bey'in sözüne kanarak Bayezid taraflısı olan Yenişehir'e gitti. İki taraf orduları Yenişehir civarında karşılaştılar (20 Haziran 1481). Savaşın en tehlikeli zamanında Afşinoğlu Yakup Bey, yanındaki kuvvetlerle Bayezid tarafına geçti. Ordunun diğer yöneticileri de askerleri ile birlikte Cem'e ihanet ettiler, Bayezid tarafına geçtiler. Cem de zaferden ümidini kesti. Savaş alanını terk edip Eskişehir'e, oradan da yaralı olarak Konya'ya geldi. Kardeşinin bir baskın yapmasından korkarak Konya'da da üç günden fazla kalamadı. Ailesini alarak Suriye'ye gitmek üzere Konya'dan ayrıldı (28 Haziran 1481). Torosları geçen Cem Sultan Tarsus Bey'i tarafından saygıyla ağırlandı, sonra Adana'ya geldi. Burada Ramazanoğlu Halil Bey'den pek fazla itibar gördü ve arkasından yetişip kendisine katılanlarla çevresi 300 kişiyi buldu.

Mısır hükumetinden izin alarak Mısır'a gitmek üzere Adana'dan ayrıldı. Kahire'de bulunduğu sırada bir taraftan Mısır sultanı ile anlaşmaya çalışırken diğer taraftan da kardeşine mektup göndererek ona sıkıntısından bahsetti. Sultan Bayezid verdiği karşılıkta hükümdarlık iddiasından vazgeçmesi şartı ile kendisine yılda bir milyon akçe vereceğini bildirdi. Cem bunu kabul etmedi.

Cem 27 Mart 1482'te Anadolu'ya gitmek üzere Kahire'den ayrıldı. Halep'te Trabzonlu Mehmed Bey, Adana'da da Karamanoğlu Kasım Bey'le buluştu. Burada Karamanoğlu Kasım Bey'le bir anlaşma yaptı. Bu anlaşmaya göre Cem Sultan hükümdar olursa Karaman ilini Kasım Bey'e verecek, buna karşılık Kasım Bey de ömrü boyunca kendisine bağlı kalacaktı. Cem Sultan, bu antlaşmadan sonra Kasım Bey'le birlikte Konya üzerine yürüyerek şehri kuşattı. Fakat başarı sağlayamadı. Anadolu'da tutunmak için birçok şehri ele geçirmeye çalıştı. Hiçbirini başaramadı.

Sultan Bayezid anlaşmak için Cem Sultan'a elçi gönderdi. Ailesiyle Kudüs'te oturması şartı ile şehzadeliği zamanındaki gelirinin verileceğini bildirdi. Cem Sultan, ek teklifinden daha mütevazı bir saltanata razı oldu; ama Bayezid bunu kabul etmedi.

Cem Sultan Balkanlar'a geçerek Bayezid'i zor durumda bırakacak planlar yaptı. Bu amaçla, kendisini Balkanlar'a geçirmek için Rodos şövalyeleri ile anlaştı ve 18 Ağustosta Rodos'a geldi.

Cem Sultan'ın Rodos'a sığınmasında Hıristiyan dünyası için büyük faydalar uman şövalyelerin reisi Pierre d'Aubusson, Papa IV. Sixtus'a ve Avrupa hükümdarlarına gönderdiği mektuplarla bu olayı müjdeledi ve Hıristiyan hükümdarlarının birleşerek harekete geçmeleri, Cem Sultan'dan faydalanarak Türkleri Avrupa'dan atmaları zamanının geldiğini bildirdi. Cem Sultan Rodos'tan Fransa'ya gönderildi.

Cem Sultan 1 Eylül 1482'de otuz kişilik maiyeti ve Rodos'tan satın aldığı 20 kadar Müslüman esiri ile Fransa'ya ayak bastı. Fransa'da şatodan şatoya, şehirden şehre dolaştırıldı. II. Bayezid'in Fransa kralı XI. Louis'e bir elçi göndererek Cem Sultan'ın salıverilmemesi karşılığında bir hayli para vaad etti. XI. Louis, padişahın tekliflerini red ettiği gibi elçisini de kabul etmedi. Öte yandan, Bayezid, kardeşine yazdığı mektupta da, şövalyelerden kurtulursa eski teklifine sadık kalacağını bildirdi. XI. Louis'in ölümünden sonra Fransa'da çıkacak bir karışıklıkla da Cem Sultan'ın kaçırılmasından korkan şövalyeler, Cem Sultan'ı şatodan şatoya gezdirmeye başladılar.

Şövalyelerin reisi d'Aubusson Bayezid'den aldığı paranın yanısıra Cem Sultan'ın ağzından sahte mektuplar yazarak Kahire'de bulunan annesi Çiçek Ha-tun'dan ve karısından para alıyordu.

Bir süre sonra Fransa kralı VIII. Charles ile Papa VIII. İnnocentius arasında 5 Ekim 1488'de yapılan bir anlaşma ile Cem Sultan Papa hükumetine teslim oldu. Bunun üzerine Cem Sultan, önemli menfaatler karşılığında şövalyelerin elinden alınarak Roma'ya gönderilmek üzere yola çıkarıldı (11 Ekim 1488). Roma'da Papa ve kardinal hariç, bütün ileri gelenler tarafından parlak bir törenle karşılandı (13 Mart 1489) ve Vatikan'da hükümdarlara mahsus daireye yerleştirildi.

Cem Sultan'ın Roma'ya getirildiğini duyan II. Bayezid, papaya bir elçi göndererek Cem Sultan'ın muhafazası karşılığında her yıl 40 bin altın verileceği vaadinde bulundu. Papa, Osmanlı padişahına gönderdiği bir mektupta bu teklifi kabul ettiğini bildirdi.

Papa VIII. İnnocentius'un ölümü üzerine yerine geçen VI. Alexander Borgia zamanında Cem Sultan daha serbest bir hayat sürdü. Borgia, kendisine bir defada 300 bin altın verilmek şartı ile Cem Sultan'ı zehirleterek öldürmeyi Osmanlı padişahına teklif etti. Düzenleyeceği Haçlı seferinde Cem Sultan'dan yararlanmak isteyen Fransa kralı ise Cem'in ölümünü engellemek için Roma'ya girdi. Cem Sultan'ı papanın elinden aldı.

Cem Sultan bu sırada hastalandı (16 Ocak 1495). Hastalığı gittikçe ilerledi ve 25 Şubat 1495 Çarşamba günü sabaha karşı da öldü. VIII. Charles'in Fransa dönüşünden sonra Napoli kralı tarafından Ova Şatosu'na nakledilen ceset, 1499 yılında Lecce'den gemiye bindirilerek Mudanya yolu ile Bursa'ya getirildi. Muradiye Camisi'nde Fatih'in büyük oğlu şehzade Mustafa'nın yanına gömüldü.

Cem Sultan'ın eceli ile veya yılancık hastalığından öldüğü konusunda değişik görüşler vardır. Bunlardan en kuvvetlisi Fransa kralına teslim edilmeden önce, papa tarafından tesirini yavaş yavaş gösteren bir zehirle zehirletilmiş olanıdır.

Cem Sultan, aynı zamanda devrinin tanınmış şairlerindendi. O daha çocukluk çağında şiir söylemeye başlamıştı. Cem Sultan'ın Farsça ve Türkçe iki divanı vardır. Türkçe şiirlerinin çoğunda bilhassa Ahmed Paşa'nın etkisi görülür. Şeyhi ve Necati yolunda yazılmış şiirleri de vardır. Genel olarak taklitçi bir şair olmakla beraber, üzüntülü zamanlarında özellikle gurbet yıllarında yazdığı çok başarılı lirik şiirleri de vardır. "Cam-ı Cem nuş eyle, ey Cem, bu Frengistan'dır" mısraıyle başlayan ünlü kasidenin Cem tarafından yazılmayıp yanlışlıkla ona isnad edildiği hakkında bir söylenti vardır. Farsça şiirlerinin çoğu İran şairlerine nazire olarak yazılmış bulunan Cem Sultan'ın Farsça'yı çok iyi bildiği anlaşılmaktadır.

Bilim ve sanat adamlarını her zaman koruyan Cem Sultan'ın etrafında toplanan ve bir kısmı gurbet hayatında da onun yanından ayrılmayan Sadi Haydar, Sehai, La'li, Kandi, Şahidi adlı şairlere "Cem şairleri" adı verilmiştir. Bunların içinde en değerlisi, "Cem Sadisi" diye tanınan Sadi'dir.
 

CEMAL PAŞA, AHMED (1872-1922)

Osmanlı kumandanı ve devlet adamı.

İstanbul'da doğdu. Kurmay yüzbaşı olarak Osmanlı ordusunun Selanik'te bulunan üçüncü ordusunda göreve başladı ve kısa bir zaman içinde zeka ve çalışkanlığı sayesinde binbaşılığa yükseldi.

Üçüncü orduda kurmay başkanlığında çalışırken, Rumeli demiryolları müfettişliğini de üzerine aldı. Bu vazife, onun siyasi hayatına da tesir etti.

Böylelikle İttihat ve Terakki Cemiyeti teşkilatını, Rumeli'nin, mahallelerine kadar yaydı. Bu çalışmalar onu cemiyetin Merkez-i Umumi azalığına yükseltti. 10 Temmuz (23 Temmuz) 1908 tarihinde Meşrutiyet'in ilanından sonra, İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisi'nce teşkil edilen temsil heyetinde, vazife alarak İstanbul'a geldi. Cemiyet, teşkilatla ilgili bir Islahat heyeti kurarak Cemal Bey'i de bu heyete seçti. Gebze'de bulunurken, 31 Mart ihtilali çıktı. İttihat ve Terakki'nin erkanından sayıldığı için Selanik'e kaçtı ve orada Hareket Ordusu'na katılarak İstanbul'a geldi, irtica hareketinin bastırılmasında önemli faaliyetler gösterdiğinden Üsküdar muhafızlığı (mutasarrıfı) vazifesine tayin edildi.

Üsküdar muhafızlığında çalışırken karşılaştığı hadiseleri şiddet göstererek halletti. Kısa bir süre sonra, Üsküdar ve çevresinde asayişi temin etti.

Bu durum dikkati çekerek iki ay geçmeden Adana'ya vali tayin edildi. Arkasından Bağdat valisi oldu.

Valilikleri sırasında şiddet hareketleri gösterdiğinden hakkında birçok şikayetler yapılmıştır. Merkez-i Umumi azalığını muhafaza ettiği için idari vazifelerini devam ettirebildi.

Balkan Savaşı başlayınca, Bağdat valiliğinden istifa etti. Orduda, Konya Redif fırkası kumandanlığına getirildi. Fakat Bulgarlara Pınar Hisar mevkiinde mağlup oldu ve Çatalca hattına çekildi. Bundan sonra Umumi menzil müfettişi oldu.

İttihatçılar Babıali baskınını başarı ile sonuçlandırınca, İstanbul muhafızlığı vazifesini aldı. Bir süre sonra Nafıa Nazırlığı'na getirildi.

Birinci Dünya Savaşı ilan edildiği sıralarda, Osmanlı İmparatorluğu'nun kaderi üzerine söz sahibi olan Talat-Enver paşaların yanında söz sahibi idi.

Savaşın ilk safhasında, Dördüncü Ordu Kumandanlığı'na tayin edilerek Mısır üzerine tertiplenen seferin yürütülmesi için Şam'a gönderildi.

"Kanal Harekatı" diye anılan bu harekat başarısızlığa uğradı. Cemal Paşa, Süveyş'i geçmesine rağmen, Süveyş'e ulaşan kuvvetlerin yanında 24 saatlik yiyecek ve içecekten başka bir şey kalmadığı için çekilmek mecburiyetinde kaldı.

Bir süre sonra Suriye valiliğini de idare eden Cemal Paşa, Osmanlı ordularının düşman karşısında hezimete uğramaları üzerine İstanbul'a dönerek İttihat ve Terakki'nin liderlerinden Enver ve Talat paşalarla birlikte Avrupa'ya kaçmak mecburiyetinde kaldı.

1920'de Türk askeri heyetinin başında Afgan ordusunun ıslahı için Afganistan'a gitti. Afgan ordusunun ıslahı hususunda ciddi faaliyetler gösteren Cemal Paşa 1922'de Afganistan'ı terketti.

Bir müddet sonra Rusya'ya gitti. 5 Temmuz 1922 tarihinde Tiflis'e geldi. 21 Temmuz 1922 gecesi oteline dönerken Ermeni komitecilerinin kurşunlarıyla öldürüldü.
 

CERBE DENİZ SAVAŞI

Osmanlı donanmasıyla, Almanya, İspanya, Papalık, Cenova, Napoli, Floransa, Malta, Sicilya ve Monako devletlerinin birleşik donanmaları arasında Cerbe

Adası civarında cereyan eden deniz savaşı (14 Mayıs 1560).

Savaş, İspanya Kralı Filippe'nin teşebbüsü ile meydana getirilen Haçlı donanması sayesinde, Osmanlıların elinde bulunan Trablusgarp'ı zaptetmek ve Batı Akdeniz'deki Osmanlı deniz hakimiyetine son vermek amacıyla açılmıştı. Sonuç elde edildiği takdirde İtalya, Sicilya, Malta zincirinin son halkası da Hıristiyan düşmanına katılmış olacak ve Batı Akdeniz tamamen kontrol altına alınacaktı.

1559 Ağustos ayından itibaren Sicilya Adası'nın Messina limanında toplanmaya başladı. Bu tarihlerde Osmanlı donanması Akdeniz'de bulunduğu için Trablusgarp'a doğru yola çıkılmıştır. Bu arada Trablusgarp'ta kuvvetli savunma ile karşılaşacağı düşünülerek Cerbe Adası'nı ele geçirmek üzere 2 Şubat 1560 tarihinde donanma, ada önünde demirlemek zorunda kalmıştır.

Bu durumu haber alan Osmanlı donanması Kaptan-ı Derya Piyale Paşa kumandasında Ege Denizi'ne açılmıştır. Çanakkale, Eğriboz, Midilli, Sakız, Rodos mevkilerinden gerekli takviyeler alınarak 14 Mayıs 1560’da sabah erkenden savaş nizamı alınarak adaya yaklaşılmaya başlanmıştır.

Osmanlı donanmasını ilk defa İspanyollar görmüş ve derhal Sicilya kıyılarına doğru çekilmeye başlamışlardır. Kötü bir organizasyon içinde bulunan Haçlı filosu, maneviyat bakamından da çökmüş olduklarından savaş konusundaki görüş ayrılıkları da giderilmediğinden ricat durumuna gelinmiştir.

Bu durum karşısında Osmanlı donanması adaya sığınmaya çalışanlarla geri çekilen ve kaçanlara iki koldan hücuma geçmiştir.

Denizde takip, 3 gün 3 gece aralıksız devam etmiştir. Başta İspanyol filosu olmak üzere müttefik donanmadan pek az gemi kendisini kurtarabilmiştir. Savaşın sonunda 20.000 haçlı askeri ölmüş, 19 parça gemi ve 1 kalyon zapt edilmiş, 11 nakliye gemisi, 28 kadırga, 1 kalyon da batırılmıştır.

Haçlı donanmasının imhası ile sonuçlanan Cerbe Deniz Savaşı'nın sonunda Cerbe Adası'na asker çıkarılmış ve 37 günlük bir kuşatmadan sonra ada tamamen zapt edilmiştir.

Adanın muhafazası Turgut Reis'e bırakılmış ve donanma İstanbul'a dönmüştür.
 

CEREHOR

Osmanlılar tarafından ordu hizmetlerinde kullanılan Hıristiyan ecirlere (ücretli esir) verilen addır.

Eldeki kuvvet kafi gelmediği zamanlarda, ücretle toplanmış olan askerlere de bu isim verilirdi. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'ya göre bu askerler (Kapıkulu Ocakları, C.I) Orhan Gazi devrinde veya ondan az sonra Osmanlı ordusunda vardı.

Cera, vazife, nafaka ve kira anlamındadır. Bu kelime tarihlerde cerahor, cecrihor, cerihor, sarahor, şeklinde kullanılmış, Osmanlı kanunnamelerinde cerehor olarak geçmiştir.

Cerehorlar ücretli olup, ihtiyaç zamanında toplanırlardı. Cerahor veya serehor ordu mühimmatını, çadırları, savaş araçlarını develerle naklederlerdi. Cerehor kuvvetleri eyalet kuvvetlerinden sayılırdı. Cerehorlar daha sonraları inşaat ve amele hizmetlerinde istihdam edilmek üzere hudut Hıristiyanlarından alındı. Cerehor hizmetini arzularıyla görenler olduğu gibi cebri bir şekilde yapanlar, istemeyerek gördükleri işleri bırakıp kaçanlar da olurdu.
Beylerbeyi, sancakbeyi, kadı gibi büyük memurların, bir yere tayinlerinde sarf etmeleri gelenek olan bahşişlerdir.

Bu bahşişler harc-ı ferman, tebşiriyye-i mutade, harc-ı beha, kudumiye gibi isimler altında vergi olarak eyalet veya sancaktaki halktan toplanırdı..

Tanzimat Fermanı (1839) ile cevaiz kaldırılmıştır.
 

CİDDE VE SURİYE AYAKLANMALARI (1858-1860)

XIX. yüzyılda çıkan ve Osmanlı İmparatorluğu'nun geleceğini olumsuz yönde etkileyen ayaklanmaların bir kısmı din ve mezhebe dayanmıştır. Genellikle Osmanlı tebaasından ayrı dindeki topluluklar arasında çıkan ayaklanmalar, devlet yönetimine karşı olmamakla beraber devleti meşgul etmiş ve yıpratmıştır. Suriye'de yaşayan halkın çoğunluğu Müslümandı ve İslamlığın mezhepleri dışında Dürziler Suriye'de önemli bir cemaat oluşturuyorlardı. Cidde de bir kıyı şehri olarak bu tür özellikler gösteriyordu. Üstelik İngilizlerin ve Fransızların himayesinde önemli bir Hıristiyan kesim vardı. Suriye'de yaşayan Hıristiyan mezheplerinden biri olan Marunilerle Dürziler arasında zaman zaman çatışmalar oluyordu.

Dürziler Suriye'de Hasbeya, Raşeya, Cebel-i Havran, Cebel-i Lübnan ile Şam'ın çevresinde yaşıyorlardı. Marunilerin toplu olarak bulundukları yerler ise Beyrut, Sayda, Trablus ve Lübnan'ın bütün kuzey kısmıydı.

Ayaklanmaların Sebepleri:

Dürzi ağa ve şeyhlerinin Maruni köylerinde bulunan mukataaları, Dürziler ve Maruniler arasında zaman zaman sürüp giden ve dinden doğan anlaşmazlıkların artmasına sebep oluyordu. Bu durumda bir hal çaresi olarak 1844'de, Cebel-i Lübnan iki kaymakamlığa ayrıldı; Müslüman ve Hıristiyan iki kaymakam tayin edildi. Ancak 1854'de ölen Maruni kaymakamı yerine Şihap ailesinden Beşir Ahmed'in tayin edilmesi, özellikle Ortodoks halkın tepkisine yol açtı; durum Babıali'ye şikayet edilerek Katoliklerden ayrılmak veya ilçelerinden birine Müslüman bir kaymakamın getirilmesi istenildi.

İki mezhep arasındaki anlaşmazlığa 1856 Islahat Fermanı'na karşı gösterilen tepkiler de eklenince ayaklanmaların asıl sebepleri ortaya çıkmaktadır.

Osmanlı Devleti, esaslarını yabancı devletlerin tespit ettiği 1856 Islahat Fermanı'nı ilan edince Müslümanlarla hukuk açısından eşit hale gelen Maruniler hızla teşkilatlanmaya başladılar. Müslüman halk bu duruma karşı kayıtsız kalmadı ve Marunilerle mücadeleye girmek için hazırlandı.

Asıl amacı, çeşitli ırk ve mezhepten olan tebaa arasında eşitlik sağlamak olan bu ferman, Cidde ve Suriye'de Müslümanlarla Hıristiyanların birbirlerine karşı tavır almaları için zemin hazırladı.

Bütün bu sebepler yanında, İngiltere ve Fransa'nın Dürzilerle Maruniler arasındaki geçimsizliği kışkırtması da özellikle ayaklanmaların genişlemesi yolunda önemli bir sebep oldu.

Cidde Ayaklanması:

İlk tepki 15 Temmuz 1858'de Cidde'de ortaya çıktı. Büyük bir halk topluluğu, isyan çağrılarına uyarak Hıristiyan halk üzerine yürüdü. Bu karışıklıklar sırasında Fransız konsolosu ile İngiliz konsolos yardımcısı kendi tebaalarını savunmak isterlerken öldürüldüler. Devlet, Cidde olaylarının önüne geçemiyordu. Bu durumu fırsat bilen İngiltere ve Fransa, birlikte hareket ederek, Cidde'ye savaş gemilerini gönderdiler. Şehri topa tuttukları gibi, olaylardan suçlu saydıkları 10 kişiyi de idam ettiler.

İngiltere ve Fransa'nın intikam amacı ile şehri topa tutmaları ve adam asmaları, Müslüman halk ve bilhassa Dürziler arasında tepki yarattı. Bu durum Suriye'nin Müslüman halkı üzerinde de etkisini gösterdi.

Suriye Ayaklanmaları:

Suriye'de Dürzilerin Hıristiyanlar aleyhine hareketleri Mayıs 1860'da başladı. Halep'te cami duvarlarına Hıristiyanlar aleyhine nümayişler yapılması için bildiriler asıldı. Lübnan'da, Dürzilerin çoğunlukta olduğu bölgelerde cinayet ve yol kesme olayları baş gösterdi. Maruniler bu hareketlere karşı koyabilmek için hazırlığa başladıkları gibi vali Hurşit Paşa'ya da başvurdular. Diğer taraftan Beyrut'ta bulunan konsoloslar da gerekli tedbirlerin alınmasını istiyorlardı.

Mayıs ayının sonunda Sayda ve Matn bölgesinde, Said Canbolat ve Hattar Ahmed'e bağlı Dürziler, Marunilere karşı harekete geçtiler. Havran ve Cebel'de bulunan Dürziler de Hasbeya, Raşeye, Zahle ve Dayral Kamer'de soykırıma giriştiler.

Bu olayların Şam'da duyulması, buradaki Hıristiyanları endişelendirdi. Çünkü Şam'da yaşayan Müslümanlar sayıca Hıristiyanlardan fazlaydı. Dürzilerin, Marunilere karşı saldırılarının en şiddetlisi 9 Temmuzda oldu. Babıali Suriye'deki bu ayaklanmalara karşı sert tedbirler almadı ve durumu Şam valisi Ahmed Paşa'ya havale etti. Fakat Paşa'nın ayaklanmalar üstünde etkili olamaması ve olayların gittikçe genişlemesi, Babıali'yi harekete geçirdi. Diğer taraftan Fransa da Şam'daki olaylar sebebiyle Osmanlı Devleti'ne baskı yapıyordu. Nihayet Avrupa devletlerince de sevilen ve tanınan bir kişi olan Fuad Paşa, Beyrut'a gönderildi. Fuad Paşa, Dürzileri şiddetle cezalandırdı; adam öldürenlerden 56 kişiyi idam ve ayaklanmalara katılan 111 askeri kurşuna dizdirdi. Bu ayaklanmalardan zarar gören Marunilere tazminat verilmesi için de Dürzilerden ve ayaklanmaya katılan halktan özel bir vergi aldı.

Fuad Paşa Suriye'deki bu ayaklanmaları şiddetle bastırdığı halde Fransa, 8 Ağustos 1860'da Lübnan'a asker çıkardı ve Fuad Paşa'nın Dürzilere karşı kesin harekete geçmesini istedi. Durumun ciddiyetini bilen Fuad Paşa, Fransızların Marunilerin intikamını alacağını düşünerek, Dürzilere karşı harekete geçmedi. Diğer taraftan Dürzi reislerinin kendiliğinden teslim olmaları Fuad Paşa'yı zor durumdan kurtardı. Bütün bu olayların İngiltere, Fransa, Avusturya, Rusya ve Prusya temsilcileri ile Osmanlı Devleti'nin temsilcilerinden kurulu bir komisyonda görüşülmesine karar verildi. Komisyonda yapılan görüşmeler sonunda, Lübnan'da tek bir kaymakamlık kurulmasına ve kaymakamın Hıristiyanlardan seçilmesine karar verildi ve karar, 9 Haziran 1861 Lübnan Nizamnamesi adı altında imzalandı.
 

CİZYE

Osmanlı sınırları içinde yaşayan Müslüman olmayan tebadan can ve mal güvenliği sağlamak amacıyla alınan verginin adıdır.

Yani fethedilen arazi üzerinde yaşayan Müslüman olmayan tebadan kolektif olarak alınır. Bu verginin kaynağı Müslüman Araplardır. Araplar ele geçirdikleri topraklarda idare sistemini değiştirmez, halktan cizye adı altında vergi alırlardı.

Ödeme sorumluluğu akıl ve bedence sağlam ve ödemek kudretine haiz ve yetişkin erkeklerdir. Kadın ve çocuklar ile ihtiyar erkekler, savaşa gitmekle mükellef olmadıkları için, cizyeden muaf tutulurlardı. Körler, sakatlar içinde cizye ödeyenler yalnızca servet sahipleri idi. Fakirler ve dilenciler cizye ödemezlerdi. Yoksul rahipler de cizye ödemezken, zengin manastırlarda görev yapan rahipler ve baş rahipler cizye öderlerdi. Esirler de bu vergiden muaftı.

Cizye nakden ödenirdi. Bazen eşya ile de ödenebilirdi. Cizyesini ödemeyenlere hapis cezası verilirdi.

Osmanlı Devleti'nde cizye, Kırım Savaşı'na kadar yürürlükte kaldı. 10 Mayıs 1855 tarihli kanun ile dini bir vergi olan cizye kaldırıldı. Yerine askerlik hizmetinde muafiyet vergisi kabul edildi. Bu vergi de Hıristiyanların bilfiil askerlik hizmetine tabi tutuldukları 1908 tarihinde (II. Meşrutiyet) tamamen kaldırıldı ve Hıristiyanlar da her Müslüman Türk gibi askere alındılar.

Adam başına ödenen cizye 1 dinardı.
 

CUMA SELAMLIĞI

Cuma namazında padişahlar için yapılan merasime verilen addır.

Cuma selamlığına Cuma alayı, Selamlık resm-i alisi de denilirdi. Osmanlı padişahları aynı zamanda İslam halifesi olduğu için İslam dininin sosyal prensiplerinden olan Cuma toplanısı ve o gün hutbe adı altında verilen haftalık konferansı dinlemek onların pek ziyade önem verdikleri dini ve sosyal vazifelerden biri idi. Hutbe mutlaka kapısı herkese açık olan bir yerde okunmalıydı. Bu sebeple padişahlar Cuma günü mutlaka saraydan çıkıp, halkın da içine serbestçe girebileceği camilerden birinde namaz kılarlardı. Padişahlar II. Abdülhamid devrine kadar camilere ata binerek giderlerdi. Bu tarihten sonra padişahlar arabayla camiye gitmeye başladılar.

Selamlık merasiminde askeri, idari ve ilmiyeden birçok kişi bulunur, her sınıf askerden birkaç alay, tabur iştirak eder ve namazdan sonra camiin önünde, padişahın huzurunda bir geçit resmi yapılırdı. Bu askeri hareket şehirde bir canlılık uyandırır ve askerin geçtiği sokaklar insanla dolardı. Selamlıklarda bütün şehzadeler, yaverler, tüfekçiler ve hünkar çavuşlar bulunurdu. Selamlığın hangi camide yapılacağı önceden bilinmediği için bu merasimde bulunacaklar Yıldız'da Çit Kasrı'nda toplanırlar, nereye gidileceğine dair iradeyi orada beklerler ve irade çıkınca padişahla birlikte hareket ederlerdi. Cuma selamlığını seyretmeye yerli, yabancı birçok insan gelirdi.

II. Abdülhamid’e düzenlenen suikastten sonra yabancıların Cuma selamlığını seyretmeleri yasaklandı. Camiye namaz kılmaya gelen halk da sıkı bir şekilde kontrol edilir, üzerlerindeki silah vb. alınırdı. Cuma selamlığı imparatorluğun son devrine kadar devam etmiştir. Ancak eski güzelliğini kaybetmiş ve bir vazife halini almıştır.
 

CÜLUS BAHŞİŞİ

Padişahın ölümü veya tahttan indirilmesi üzerine tahta geçen yeni padişah tarafından askerler ve memurlara verilen hediyenin adıdır.

Osmanlılarda iki çeşit cülus bahşişi vardı. Birisi bir defaya mahsus olmak üzere verilir, diğeri ise askerlerin ulufelerine zam yapılmasıyla gerçekleştirilirdi.

Tahta çıkan padişahın "kullarımın bahşiş ve terakkileri makbulumdur" şeklindeki karar ve bu kararın açıklanmasını askerin işitmesi kural olmuştur. Cülus bahşişi her asker için aynı değildi. Yeniçeriler üçer bin, sipahiler biner, acemi oğlanları ikişer, cebeciler ve topçulara biner akçe verilmesi kanundu.

Memurlardan sadrazama otuz bin, müderrislere üç bin, defterdara yirmi bin, nişancıya otuz bin, reisülküttaba yedi bin akçe cülus bahşişi verilirdi.

Cülus bahşişi uygulamasına Yıldırım Bayezid devrinde başlandığı iddia edilmekte ise de kanun haline Fatih Sultan Mehmed zamanında getirilmiştir.

XVI. yüzyıl sonunda dönem dönem, cülus bahşişini yeterli bulmayan Yeniçeriler sık sık ayaklanmışlar, çeşitli olaylara sebep olmuşlardır. Bu olaylar Osmanlı maliyesini zor durumlara sokmuştur.
 

CÜNEYT BEY ( ?- 1425 ? )

Aydınoğullarından, İzmir beyi, Cüneyt’in bastırdığı paralardan babasının, Osmanlı hükümdarı I. Bayezid'in İzmir subaşısı İbrahim olduğu ve kendisinin de İzmir'de doğduğu anlaşılmaktadır.

Cüneyt Bey, Timur Anadolu'dan ayrıldıktan sonra, beyliklerine kavuşan Aydınoğlu İsa ve Ömer beylerle savaşmış ve Edirne'de bulunan Süleyman Çelebi'den sağladığı yardımlarla onları yenmiştir (1405).

1402-1413'te birbirleri ile çarpışan I. Bayezid'in çocukları arasındaki savaşlara da karışmış ve İsa Çelebi tarafını tutarak Mehmed Çelebi ile savaşmıştır. Bu savaşta yenilen Cüneyt Bey Mehmed Çelebi tarafından yerinde bırakılmıştır. Daha sonra Süleyman Çelebi ile arası açılmış, müttefikleri Karaman ve Germiyanoğullarından yardım göremeyen Cüneyt Bey yenilerek esir düşmüş, kendisi Edirne'ye oradan da vali olarak Ohri'ye gönderilmiştir. Fakat bu devirdeki iç karışıklıklardan faydalanarak Anadolu'ya geçerek İzmir'e gitmiş, eski taraflılarını toplayarak Süleyman Çelebi'nin Ayasluk emirini kovmuş ve kısa zamanda eski ülkesine sahip olmuştur (1413).

Mehmed Çelebi kardeşlerini yenerek duruma hakim olunca Cüneyt Bey'in üzerine yürümüş, Cüneyt Bey, teslim olduğundan Niğbolu valiliğine gönderilmiştir. Fakat biraz sonra Düzmece Mustafa ile birleşmiştir (1419). Çelebi Sultan Mehmed'in gönderdiği kuvvetlere yenilen Mustafa ile Cüneyt Bey Selanik'e kaçmışlar ve Bizans valisi tarafından korunmuşlardır. Osmanlı hükümdarının isteği üzerine Mustafa Limni'de Cüneyt Bey İstanbul'da hapsedilmişlerdir. II. Murad zamanında Bizans imparatoru tarafından serbest bırakılan Mustafa ile Cüneyt Bey Ulubat'ta II. Murad ile yaptıkları savaşı kaybetmişler ve Cüneyt Bey Mustafa'dan ayrılarak İzmir'e gitmiş, eski adamları tarafından iyi karşılanmıştır (1422).

Cüneyt Bey topladığı kuvvetle Aydınoğlu Mustafa'yı yenerek öldürmüş ve eski topraklarını tekrar eline geçirmiştir. Osmanlı Devleti'ne karşı yine Kara-manoğulları ile birleşen Cüneyt Bey üzerine ordu gönderilmiş, önce oğlu Kurt Hasan, Akhisar'da yenilip esir edilmiş, sonra da Cüneyt Bey Sisam Adası karşısındaki İpsili Kalesi'nde yakalanarak bütün ailesi ile birlikte öldürülmüştür.
 

ÇAKIRCIBAŞI

Osmanlı Devleti saray teşkilatında "Erkan-ı birun" denilen ve dış hizmetlerde görevlendirilenlerin ağalar arasında, teşrifatta (protokolde) önde gelenin adıdır.

Fatih Kanunnamesi hükümlerine göre, Çakırcıbaşı'nın teşrifattaki yeri sarayın ahır müdüründen (mirahur) sonra geliyordu.

Çakırcıbaşı'nın ulufesi yılda yüz altmış akçeydi. Çakırcılar, Çakırcıyan-ı Hass, Şahinciyan, Atmaciyan adıyla üçe ayrılmışlardı. Son ikisinin başına "Doğancıbaşı" ve "Atmacıbaşı" sıfatıyla iki subay tayin edilmiştir. Çakırcıbaşı, padişahın atının yanında yürüme imtiyazına sahip olan "Özengi ağaları" da denilen "rakip ağaları"ndan idi.
 

ÇAKMAK, MAREŞAL FEVZİ (1876-1950)

Kurtuluş Savaşımızın ünlü komutanlarındandır.

İstanbul'da Cihangir'de doğdu. Çakmakoğullarından Ali Sırrı Bey'in oğludur. Babası da topçu albayı idi. İlk öğrenimini Rumelikavağı mahalle okulunda yaptıktan sonra, sırasıyla Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi'nde Kuleli İdadisi'nde okudu, sonra Harbiye'ye girdi. 1895'te mülazım (teğmen) rütbesiyle erkan-ı harbiye (kurmay) sınıfına ayrıldı. 1898'de kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Önce Erkan-ı Harbiye Reisliği Dördüncü Şubesinde bulundu. Sonra Rumeli'ye gönderilerek (1899) Sırp ve Arnavutların bulundukları bölgelerde gördüğü yüksek hizmetlerinden ötürü sekiz yılda albay oldu. Balkan Savaşı'nda, Çanakkale'de, Kafkasya'da, Suriye'de çeşitli savaşlara kurmay başkanı ve komutan olarak katıldı.

Orduda "Kavaklı Fevzi" diye anılırdı. 1908 Meşrutiyetinde Taşlıca mutasarrıfı ve 35. Tümen Komutanı bulunuyordu. 1910'da Kosova Ordusu Kurmay Başkanlığına, daha sonra da Batı Ordusu kolordusunda aynı göreve atandı. Balkan Savaşı'nda Vardar ordusu Erkan-ı Harbiye Kurmay Heyeti Harekat Şube Müdürlüğü'nde bulunduktan sonra, savaş sonunda Ankara Tümeni Komutanı oldu. Üç ay sonra da merkezi Ankara'da bulunan V. Kolordu komutanlığına tayin edildi ve 1914 yılında bu görevdeyken general oldu.

Fevzi Paşa I. Dünya Savaşı başladıktan sonra kolordusuyla Çanakkale savunmasına katıldı. Oradan, sırasıyla V. Kolordu, II. Kafkas Kolordusu (1916), bir yıl sonra da aynı cephedeki II. Kolordu Komutanlıklarına getirildi.

Bir süre sonra Suriye'de teşkilatlanan VII. Ordu'nun başına getirildi. Bu görevdeyken gösterdiği üstün başarı sebebiyle ferik (korgeneral)lige yükseldi (1918).

Fevzi Çakmak, Mütareke'den sonra bir süre İstanbul'da Erkan-ı Harbiye Reisliği'nde (Genelkurmay Başkanı), bir süre de Harbiye Nazırlığı'nda bulundu. Bu görevlerdeyken Anadolu'ya levazım ve teçhizat göndermek suretiyle Kurtuluş Savaşımıza önemli yardımlar yaptı. Türk milli hareketine karşı, şiddetli tedbirler almak amacıyla tekrar işbaşına getirilen Damat Ferid kabinesinin kurulmasından önce Harbiye Nazırlığı'ndan çekildi ve artık milli vazifesinin ancak Anadolu'da yapılabileceğini anlayarak 8 Nisan 1920'de Anadolu'ya geçti. Çeşitli cephelerde ordunun harekatını yönetti. 3.5.1920'de Milli Müdafaa Vekili (Milli Savunma Bakanı) oldu.

II. İnönü Zaferi üzerine (3 Nisan 1921) TBMM ona I. Ferik (Orgeneral) lik rütbesi verdi. Sakarya Savaşı'ndan bir süre önce Atatürk Başkomutanlığa getirilmiş ve Erkan-ı Harbiye Reisi Vekilliğine de Fevzi Çakmak tayin edilmişti (Ağustos 1921). Vekil olarak 1922 Temmuz'una kadar bu görevde ve Vekiller Heyeti Reisliğinde kalan Fevzi Paşa’ya, Sakarya zaferinden sonra TBMM tarafından bir takdirname verildi ve rütbesi Müşir (Mareşal)liğe yükseltildi. 1924 yılı Ekim ayı sonuna kadar Kozan milletvekili olarak parlamentoya katıldı, bir yıl sonra bu görevden ayrıldı (1925). Daha sonra Erkan-ı Harbiye Reisliği (Genelkurmay Başkanlığı)'ne tayin edilen Fevzi Çakmak, bu görevde 1944 yılına kadar kaldı. 12 Ocak 1944'te kanunda belirtilen yaş sınırına geldiği için emekliye ayrıldı.

Yurdumuzda, çok partili siyasi hayat başladıktan sonra Fevzi Çakmak da bu harekette, birinci planda yer almıştır. Yeni kurulmuş olan Demokrat Parti'yi desteklemiş ve partinin vücut bulmasına ön ayak olanlardan biri olmuştur. 1946 seçimlerinde, Demokrat Parti listesinden bağımsız olarak İstanbul'dan milletvekili seçildi, fakat Demokrat Parti'den 12 Temmuz 1947'de ayrıldı. Arkadaşlarıyla birlikte 19 Temmuz 1948'de Millet Partisi'ni kurdu.

10 Nisan 1950'de İstanbul'da öldü.

Eserleri:

Garbi Rumeli'nin Suret-i Ziyaı ve Balkan Harbi'nde Garb Cephesi Hakkında Konferanslar (1927), Büyük Harbde Şark Cephesi Hareketleri (1939).
 

ÇALDIRAN MEYDAN SAVAŞI (23 AĞUSTOS 1514)

Osmanlı hükümdarı Sultan Yavuz Selim ile İran hükümdarı Şah İsmail Safevi arasında Çaldıran ovasında yapılan meydan savaşı.

Bu savaşın sebebi, Selçuklu İmparatorluğu zamanında Anadolu'da yayılmaya başlayıp Osmanlılar devrinde hızlanan ve XVI. yüzyıl başında Şah İsmail'in sürekli çabalarıyla Osmanlı ülkesini içten yıkma tehlikesi gösteren Şiiliğin önüne geçilmesi, Orta ve Güney Anadolu'da o zamanki sakıncalı jeopolitik durumun düzeltilmesi ve Yavuz'un Batı yerine Doğu'da genişleme politikasını gütmesidir.

Yavuz daha şehzadeliğinde, Trabzon valisi iken İran'ı, Azerbaycan'ı, Orta ve Güney Anadolu'yu elinde bulunduran İsmail Safevi'nın Şiiliği yayma yolundaki çabalarım görmüş, bu arada 1511'de Antalya'da Şah Kulu Baba ayaklanmasının sebeplerini kavramıştı. Öte yandan Osmanlı egemenliğinin Orta ve Güney Anadolu'da yayılmamış olması, üstelik Sivas ve Kayseri'nin doğusunda Dulkadirlilerin Safevi egemenliğine girmesi Osmanlı güvenliğinin tehdit şartlarını oluşturmuştu. Yavuz, bütün bu sebepleri ortadan kaldırmak için doğu seferi düzenledi. Yavuz bu seferde Mısır ile İran arasındaki çelişkiden de yararlandı.

Yavuz tahta çıktığında, kendisini kutlamak için şahın yolladığı elçi Nur Ali Halife, Koyulhisar dolaylarında topladığı 3-4 bin kişiyle Türk kuvvetini yenerek Tokat'ı almış ve Şah adına hutbe okutmuş, böylece Şah İsmail'in niyeti belli olmuştu.

Mart 1514 başında Divan toplandı, durum görüşüldü. Önce Şah'a karşı savaş açılması, savaş sırasında da ayaklanabilecekleri düşünülen ve sayıları 40.000'e yaklaşan Kızıl başların hapsedilmesi, ileri gelenlerinin yok edilmesi kararlaştırıldı. Yığınak bölgesi olarak Eskişehir- Seyitgazi bölgesi seçildi.

Edirne'deki kuvvetler, İstanbul'da Kapıkulu askerine katılıp Yavuz'un komutasında Üsküdar'dan yürüyüşe geçti. Çanakkale Boğazı'nı geçen Rumeli askerleriyle yığınak bölgesinde birleşildi. Yavuz İzmit'ten Şah'a gönderdiği mektupta Şah'ın Müslümanlığa aykırı hareketlerini ortadan kaldırmak üzere hareket ettiğini, savaşta hazır bulunacağını, kendisini de karşısında görmek istediğini bildirdi. Daha sonra savaşı kaçınılmaz bir hale getirmek ve Şah'ı İran içlerine çekilmekten alıkoymak amacı ile onur kırıcı birkaç mektup daha gönderdi. Bu mektuplara Şah'tan aynı üslupta karşılıklar aldı.

1513 yılının kurak geçtiği gözönünde tutularak lojistik hazırlıklarına büyük önem verildi. Sınıra kadar günlük konak yerlerinde yiyecek depo edildi. Düşman topraklarında ihtiyacı karşılamak için Trabzon yolu ile Erzincan'a yiyecek gönderildi.

Ordu 7 Mayıs'ta yığınak bölgesinden Konya- Kayseri yolu ile yürüyüşe geçti. Dukakinoğlu Ahmed Paşa, 20.000 süvari ile öncü olarak ileri sürüldü. Sivas'a gelindiğinde ordu toplamı 140.000 asker, 500 top, 5.000 araba, 60.000 deve idi. Sivas ile Şah'la çatışılacağı tasarlanan Tebriz arası, 40 günlük konağa ayrıldı. Savaşa katılmak istemeyen Dulkadirlilere ve tarafsızlığını bildirmeyen Mısır'a karşı yan korunması için hasta ve zayıflardan 40.000 kişi ayrıldı. Yancı olarak küçük bir kuvvet Malatya- Diyarbakır-Muradiye yönüne gönderildi. Ordu Erzincan-Erzurum- Bayazit yoluyla yürüdü ve 20 Temmuzda Erzincan'a vardı. Sınırın geçilmesinden sonra varılan yerler Ustaçlıoğlu Mehmed Han tarafından baştan aşağı yakılıp yıkılmış bir bölge olarak ele geçiyordu. Dulkadirliler de yiyecek kollarını vuruyorlardı.

Yavuz, ordunun yiyecek bulmakta gittikçe güçlük çekeceği, Şah'ın ise henüz ortalarda görünmediği, bu yüzden seferden vazgeçilmesi yolunda ileri sürülen görüşleri kabul etmedi ve bunun sözcülüğünü yapan Hemdem Paşa'nın başını vurdurdu. Hasankale yakınlarında, Yeniçerilerin ayaklanmaya dönebilecek baş kaldırmalarını da, atını askerin arasına sürerek tarihin en dokunaklı savaş hitabelerinden biriyle önledi.

Bir süre sonra da Şah'ın, Osmanlı ordusunu Çaldıran'da karşılayacağı öğrenildi. 19 Ağustosta meydana gelen güneş tutulması, Osmanlılarca İran'ın yenileceği yolunda yorumlandı. 22 Ağustosta Çaldıran'a varıldı. Buraya bir hafta önce gelmiş bulunan Şah'ın ordusu karşısında, ovanın kuzeybatı ucundaki tepelere yerleşildi.

Osmanlı ordusuna zaman bırakmadan taarruz edilmesi için ileri sürülen görüşü Şah kabul etmedi. Bu yanılgı onun yanlışı oldu. Yavuz da, savaş kurulunda taarruzun 23 Ağustostan sonraya bırakılması yolundaki görüşleri uygun görmedi; eyalet askeri arasında bulunabilecek Kızılbaşlar üzerine düşmanın propaganda yapmasına yol açmamak amacı ile hemen savaşa girişilmesini savunan Rumeli defterdarı Piri Çelebi'nin düşüncesini uygun buldu.

23 Ağustos sabahı 100.000 kişilik Osmanlı ordusu, Osmanlıların savaş planı gereğince taarruza başladı.

Piyade zayıf, süvarice kuvvetli olup hiç topçusu bulunmayan 115.000 kişilik Safevi ordusu Osmanlı toplarının açtığı ateşle dağıldı.

Doğu kesiminde Şah'ın elde ettiği mevzi başarı savaşın sonucunu değiştirmedi. Şah kuvvetleri çekildi. Fakat kısa bir süre içinde düzenlenip yeniden taarruza geçerek Türk ordugahına kadar ilerlediler. Batı kanadından Hadım Sinan Paşa kuvvetleriyle azapların yetişip karşı taarruza geçmesi savaşın gidişini değiştirdi. Kolundan yaralanmış olan Şah güçlükle kurtularak Tebriz'e, oradan da Dergüzin'e kaçtı; ordusunun çoğu savaş alanında kaldı veya tutsak edildi, pek azı kaçabildi. Yavuz'un at üzerinde yönettiği kovuşturma sonucunda savaşın kesin olarak kazanıldığı, Şah'ın tahtı, hazinesi, bütün ağırlıkları, hatta eşi Taçlu Hatun'un da Osmanlıların eline geçtiği anlaşıldı.

Elde edilen kesin zafer Anadolu'da Osmanlı egemenliğini sağlamlaştırdı, mezhep ayrılığının yarattığı ikiliği ortadan kaldırdı. 2.500 km'lik uzun bir yolu aşıp zafere ulaşılan bu başarılı seferin, hemen aynı şartlar altında 1812'de Napoleon'un, 1941'de Hitler'in Moskova'ya yaptıkları başarısız seferler gözönün-de tutularsa, ne derece değer taşıdığı anlaşılır.
 

ÇEHRİN SEFERİ (1678)

 Sadrazam Kara Mustafa Paşa tarafından 1678'de yapılan ve Çehrin Kalesi’nin alınması ile sonuçlanan sefer.

XVII. yüzyılın başlarından beri, Osmanlılarla Lehliler arasında, Kırım'ın kuzeyindeki Kazak topraklan ile ilgili anlaşmazlık sürüyordu. Bu anlaşmazlığa XVII. yüzyılın ikinci yansından sonra Rusya'nın da katılması Osmanlı Devleti'ni huzursuz etti. Don Kazaklarının Rus Çarlığı’nın egemenliğine girmesi üzerine Osmanlı İmparatorluğu, kuzey sınırlarının güvenliği için bazı tedbirler aldı; Özi Suyu'nun (Dinyeper) iki yakasındaki Kazak topraklarında, bir tampon beylik meydana getirildi.

Doroşenko'ya, 1672 Bucaş Antlaşması'yla bütün Ukrayna topraklarının hakimiyeti verildi. Bu topraklar daha evvel Lehlilerin hakimiyetinde olduğundan, Jan Sobieski antlaşma şartlarını değiştirmek için girişimlerde bulundu; fakat 1676'da Bucaş Antlaşması pek az farklarla yenilendi. Ukrayna da Osmanlı İmparatorluğu’na bağlandı.

Ancak, Doroşenko'nun Rus Çarlığı'ndan gördüğü yakın ilgi ile askeri ve mali yardım sonucu olarak Osmanlı egemenliğini bırakıp Rus Çarlığı'na bağlanması, bu tampon beyliğin ortadan kalkmasına sebep oldu. Doroşenko hetmanlık merkezi olan Çehrin Kalesi'ni Rus ordularına teslim edince Osmanlı İmparatorluğu duruma müdahale etmek zorunda kaldı; Zaporoje Kazaklarının eski hetmanlarından olan Yorgi İhmilikçi'yi hapis bulunduğu Yedikule'den çıkartarak Kazak hetmanlığına atadı. 1677'de de Özi Beylerbeyi Şeytan İbrahim Paşa Kırım Hanı Selim Giray ile birlikte Çehrin Kalesi'ni almakla görevlendirildi.

Çehrin Kalesi Rus, Kazak ve Alman askeri tarafından savunuluyordu. Kuşatmanın 23. günü yardıma gelen Rus ordusuna karşı gönderilen Kırım ve Bosna kuvvetleri de bir başarı sağlayamayınca, İbrahim Paşa kuşatmayı kaldırıp çekilmek zorunda kaldı. Bu başarısızlık üzerine İbrahim Paşa ve Selim Giray görevlerinden alınarak, Kırım Hanlığına Adil Giray getirildi ve IV. Mehmed Çehrin Kalesi üzerine sefer düzenledi.

Bu sırada Rus Çarı barış teşebbüsünde bulunduysa da Osmanlı Devleti kendisine ait bir kalenin sebepsiz olarak alınması karşısında dostluktan bahse-dilemeyeceğini ve gerekli cevabın da Çehrin Kalesi önünde verileceğini bildirerek 11 Nisan 1678'de Rusya'ya savaş ilan etti.

Serdar-ı ekrem tayin edilen sadrazam Kara Mustafa Paşa, Çehrin Kalesi üzerine hareket etti. Kazakların yeni hetmanı İhmilikçi ve Kırım Hanı Murad Giray Han da orduya katıldılar. Kalede pek çok asker ve savaş malzemesi vardı. Ayrıca General G.G. Romodanovsky komutasında önemli Rus kuvvetlerinin kaleye yardıma geldiği de haber alınmıştı. Bunun üzerine Kırım Hanı ile Kara Mehmed Paşa Ruslara karşı gönderildiler. Bu arada kaleden yapılan çıkış hareketleri de durduruldu. Ruslara karşı gönderilen Han ile Kara Mehmed Paşa kuvvetleri Rusların birinci yürüyüşünü durdurabildilerse de, ikinci saldırı güçlükle önlenebildi. Fakat Ruslar yenilmemişti; durum Serdar-ı ekreme bildirilince zamanında gönderilen kuvvetlerle Rusların üçüncü saldırısı durduruldu. Ancak, Çehrin Kalesi önünde tehlike giderilemediği gibi daha kötü bir hal aldı. Çünkü savunma hattı geçilememişti. Bunun üzerine sadrazamın ordunun ileri gelenleri ile yaptığı görüşmede komutanlar, kuşatmanın şimdilik kaldırılmasını ileri sürdüler. Defterdar Mehmed Paşa ise kuşatmaya devam edilmesinde ısrar etti; bu fikir Kara Mustafa Paşa'ya da uygun geldiğinden, kuşatma kaldırılmaksızın savaşa devam edilmesine karar verildi.

Diğer taraftan gece karanlığından faydalanan Ruslar, Çehrin Kalesi'ne 20.000 kadar asker soktukları gibi Barabaş Kazakları da Rusların yardımına geldiler. Osmanlı ordusu bu durumda bir yandan Çehrin'i kuşatmakta devam ediyor, öte yandan yardıma gelmiş olan Rus ve Kazaklarla savaşıyordu. Kale kuşatmanın 33. günü genel bir hücumla alındı (12 Ağustos 1678). 
Osmanlı döneminde, kürek ve yelkenle giden bir çeşit savaş gemisi.

Bunlar savaşlardaki görevlerine ve büyüklüklerine göre sınıflandırılırdı. Başlıcaları şunlardı:

Kadırga: 25 çift kürekli, ince uzun bir çekdiridir. Boyu 56 zira (75- 90 cm. arasında değişen eski bir uzunluk ölçüsü), baş yüksekliği 11, kıç yüksekliği 18 karıştı. Her kürek 4 kişi tarafından çekilirdi. Baş tarafında 12 okkalık gülle alan bir top ve bunun yanlarında biraz daha küçük kolonborna denilen iki top bulunurdu. Mürettebatın 35'i gemici, 196'sı kürekçi, 100'ü savaşçı, 331 kişi idi.

Kadırgalar, savaş gemileri olmasına rağmen bazen daha büyükleri de yapılırdı. Bunların 26 çift kürekli olanına mavna, 26-36 çift kürekli olanlarına baştarda denilirdi.

Mavnanın boyu 65 zira, baş yüksekliği 12,5, kıç yüksekliği 20 karış olurdu. Mavnanın mürettebatı 45'i gemici, 30'u topçu, 150'si muharip, 372'si kürekçi olmak üzere 597 kişiydi.

Baştarda: Boyu 56-72 zira idi. Diğer ölçüleri de o oranda yapılırdı. Küreklerini mavnada olduğu gibi yedişer kişi çekerdi. Bu sınıfın en büyük tipi olan 36 çift küreklisine, Kaptan Paşa'ya ait olduğu için "Paşa baştardası" denirdi.

Bu üç sınıf gemide birer filika bulunurdu. Kaptan Paşa'ya ait Paşa baştardası gibi aynı özenle yapılmış diğer bir baştarda daha kullanılırdı. Buna da "Hünkar Gemisi" denirdi. Bu gemi Serdar sıfatıyla donanmaya refakat eden vezire tahsis edilirdi. 





 

ÇELEBİ

Batı-Oğuz lehçesinin hakim olduğu ülkelerde bilim ve erdem sahibi kişilere verilen unvan.

XIV. yüzyılda Anadolu'da Tanrı anlamına gelen Çalap kelimesinden Farsça kurala göre uygulanmış nispet bildiren bir türev olduğu ileri sürülmektedir.

Çelebi kelimesi uzun yıllar Osmanlı hanedanı üyelerine, tarikatların başında bulunan şeyhlere, tanınmış yazarlara unvan olarak verilmiştir.

Bu unvanı ilk olarak Mevlana'nın müridlerinden olan Hüsameddin almıştır. Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'den sonra Mevlana tekkesine şeyh olanlara ve Mevlana soyundan gelenlere Çelebi denmesi gelenek olmuştur. XIV. ve XV. yüzyılda Anadolu'da bir çok bilgin ve şehzadeler bu unvanı kullanmışlardır. I. Bayezid'in bütün oğulları Çelebi unvanı ile anılmıştır. 

 

ÇERKEZ HASAN OLAYI

Çerkez Hasan 1864'te Çerkezistan'dan İstanbul'a geldi. Bahriye Mektebi'ne kaydoldu. Bahriye ve Berriye idadilerinin birleşmeleri üzerine kara kısmı idadisini bitirdi. Daha sonra Harbiye Mektebi'ne geçip oradan mülazim rütbesiyle mezun oldu.

Mirat-ı Mekteb-i Harbiyye'de künyesi Hasan Efendi Cibali'dir.

Mülazim Çerkez Hasan yüzbaşılıkla 6. Ordu'ya memur edildi. Ancak himaye gördüğünden bu görevine gitmedi. Dar-ı Şura-yı Askeri Yaverliği'ne getirildi. Daha sonra da sağ kolağası rütbesiyle Şehzade Yusuf İzzettin Efendi'nin yaveri oldu. Abdülaziz'in kayınbiraderi kolağası Çerkez Hasan sultanın hal'inde birinci derecede rol olan serasker Hüseyin Avni Paşa'ya karşı dinmek bilmeyen intikam hisleriyle doldu.

Abdülaziz'in hal'inden birkaç gün sonra, serasker Hüseyin Avni Paşa Çerkez Hasan'ı çağırtarak bir an önce Bağdat'a gitmesini istedi. Bu durum Hüseyin Avni Paşa'ya olan hırsını biledi ve bir suikast hazırlamaya şevketti.

16 Haziran 1876 günü halasının kocası, eski kaptan-ı deryalardan Ateş Mehmed Paşa'nın Cibali'deki konağından serasker kapısına çağırılarak, görev yeri olan Bağdat'a gitmediğinden dolayı tevkif edildi. Çerkez Hasan, Hüseyin Avni Paşa ile Askeri Şura Başkanı Redif Paşa'ya Bağdat'a gideceğine söz verip serbest bırakıldı. Cibali'deki konağa dönen Çerkez Hasan iki Rövelver ile kamasını alıp, Hüseyin Avni Paşa'yı öldürmek üzere Paşa Limanı'ndaki yalıya geldi. Paşanın, Bayezid Soğanağa'da Midhat Paşa'nın konağında toplantıda olduğunu öğrenerek söz konusu yere gitti.

Konağın ikinci katındaki tütüncübaşının odasına çıkarak serasker paşa ile görüşmek istediğini bildirdi. Onu tanıyan paşanın adamları izin vermediler. Bunun üzerine sofaya çıkan Çerkez Hasan burada kimsenin bulunmamasından faydalanarak üçüncü kata çıktı ve paşaların toplanmış oldukları odaya daldı. Rövelverini ateşleyerek Hüseyin Avni Paşa'yla Raşid Paşa'yı vurdu.

Bu sırada Kayserili Ahmed Paşa, Çerkez Hasan'ı arkasından kollarını kavuşturarak yakaladı. Sedaret mektupçusu Memduh Bey, Midhat ve Rıza paşa

Larla, Şerif Hüseyin, Yusuf ve Cevdet paşalar, Sadrazam Rüştü Paşa ve Amedci

Mahmud Bey dışarıya kaçmışlardı.

Ahmed Paşa kendisiyle boğuşan ve elini yüzünü kamayla doğrayan Çerkez Hasan'ı sofaya kadar sürdü; fakat gücü de tükendi. Çerkez Hasan sofaya uğrayan, Hüseyin Avni Paşa'nın üzerine tekrar yürüdü. Vücudunu delik deşik ettikten sonra toplantı odasına girerek ilk kurşunda ölen Raşid Paşa'nın boynunu kesti. Oradan paşaların saklandığı odaya saldıran Çerkez Hasan Midhat Paşa'nın adamlarından Ahmed Ağa'yı da gözünden vurdu. Sandalye ile avizeye vurarak, yanmakta olan mumlarla odanın perdelerini tutuşturdu. Alt kattaki uşaklar, bir yandan Hasan Paşa Karakolu'na haber verirken bir yandan da Çerkez Hasan'ı ateş altına aldılar. Yetişen zaptiyeler de ateş açtılar. Bu çatışmada bir er öldü. Sonunda üst kata çekilen Çerkez Hasan "Ben askere ateş etmem" diyerek teslim oldu.

Aşağı indirilirken sadaret yaveri bahriye kolağası Şükrü Bey'in kılıçla vurması üzerine, çizmesinin koncundan çıkardığı başka bir tabancayla onu da boğazından yaralayarak öldürdü.

Böylece Hüseyin Avni Paşa, Raşid Paşa, Ahmed Ağa, kolağası Şükrü Bey ile bir eri öldürüp, iki kişiyi yaralayan Çerkez Hasan Süleymaniye Kışlası'na götürüldü. Sorguya çekildikten sonra Fırka Divan Harbi'nde başkan, süvari yarbayı, Cemil üyelerden, yüzbaşı Adil, sorgu yargıcı İsmail ve İsmet efendiler önünde yargılandı. Rütbesinin geri alınarak asılmasına karar verildi. 18 Haziran günü sabaha karşı Bayezid Meydanı'na açılan büyük kapı yanındaki dut ağacına asıldı. Cesedi iki gün halka gösterildikten sonra, kaldırılıp Edirnekapı Mezarlığı'na gömüldü.

Çerkez Hasan'ın bu suikast hareketi, Abdülaziz'e karşı duyduğu sevgiden kaynaklanmaktaydı. 26 yaşında gerçekleştirdiği bu olay İstanbul ve sarayı telaşlandırdı. Olay tarihe Çerkez Hasan Olayı olarak geçmiştir. 
 

ÇERKEZ ETHEM (1880?-1950)

İstiklal Harbi'nde önce hizmetleriyle, sonra da milli davaya ihaneti ile tanınmış çetecilerden biri.

Bandırma'nın Manyas Ovası'ndaki Emre köyünde doğmuştur. Çerkez Sapsuğ boyundan Ali Bey'in en küçük oğludur. Ağabeyleri Reşit ve Tevfik beylerle birlikte, İstiklal Harbi'nin başından Birinci İnönü Savaşı'na kadar milli davaya fedakarca hizmet etmiştir.

Düzenli ordu kurulması isteklerine karşı çıkarak, Ankara hükumeti ile ters düşmüştür. Bu anlaşmazlık Çerkez Ethem'in Yunan güçlerine sığınıp, yurdu terk etmesiyle noktalanmıştır.

Çerkez Ethem, öğrenim görmemiştir. Birinci Dünya Savaşı'nda askere alındıktan sonra er olarak İstanbul'da serasker kapısında kalmış, bölük emirliğine kadar yükselmiştir. Bu arada İran'a gönderilecek olan "teşkilat-ı mahsusuya" alınmıştır. Burada Rauf Orbay ve teşkilat-ı mahsusa başkanı Eşref Bey tarafından gerillacı olarak eğitilmiştir. Savaşın sonunda yurda dönmüş, Batı Anadolu'nun düşman tarafından işgal edileceği tehlikesi belirdiğinden Ege bölgesini örgütlemek için Batı Anadolu'ya geçmiştir.

Çerkez Ethem Eşref Bey'in Salihli'deki çiftliğini çete kurmak için merkez yaparak; kısa zamanda Salihli cephesini meydana getirdi. Bundan sonra çevresindeki dağınık çeteleri de kendine bağlayarak bütün Batı Cephesi'ni tutan bir kuvvet haline geldi.

Başarıları sonunda, kendisine Umum Kuva-yı Seyyare ve Kütahya havalisi kumandanlığı verildi ve Batı Cephesi kumandanı Ali Fuad Cebesoy'a bağlandı. Fakat bu bağ yüksek komuta noktasında olmaktaydı. Çerkez Ethem hakim olduğu bölgede asayişi, inzibatı, savaşı kendi bildiğince yöneterek, halktan dilediği gibi para topladı ve istediği gibi adalet dağıttı.

Anzavur Ayaklanması'nın bastırılmasında, Yozgat- Yenihan- Düzce Ayaklanması'nın bastırılmasında, Süleyman Şefik Paşa'nın Hilafet Ordusu'nun dağıtılmasında, mutasarrıf İbrahim Bey'in Kuva-yı Ahmediye Ordusu'nun yok edilmesinde ve Demirci'de Yunanlılara ilk büyük vuruşu indirmede gösterdiği başarılardan dolayı TBMM tarafından hakkında "Münci-i Millet" (Milletin kurtarıcısı) olarak gösterilen bir karar alındı.

Çerkez Ethem'in bu başarıları birtakım politikacılarla sömürülmek istendi. Başta ağabeyi Manisa milletvekili Reşit Bey ve kardeşi Tevfik Bey olmak üzere onu hıyanete kadar götüren politika oyununun içine ittiler.

Yeşil Orducular, Çerkez Ethem'i arkasına alarak Rusya'da kurulan benzer bir hükumetinin başkanı yapmak vaadinde bulundular.

Bu sırada başarısız Gediz saldırısını yaptı. Çerkez Ethem, yenilgiyi Genelkurmay'a yüklemeye çalıştı. Böylece milli hükumetle arası açılmaya başladı.

Düzenli ordu, düşüncesini uygulamaya sokmak isteyen Ankara hükumeti bu yenilgiden yola çıkarak, Çerkez Ethem'i düzenli orduya sokmak istediler.

Böylece Batı Cephesi Komutanı olan İsmet İnönü, Çerkez Ethem'le karşı karşıya geldi. İsmet Bey ilk iş olarak Çerkez Ethem'in yetkilerini daralttı.

Duruma el koyan Mustafa Kemal Paşa, aradaki anlaşmazlığı gidermek üzere, kalabalık bir kurulla yanına Çerkez Ethem'i de alarak İsmet Paşa'yla buluşmak üzere Bilecik'e gitti. Yolda Eskişehir'e vardıklarında Mustafa Kemal Paşa'nın yanından gizlice ayrılan Çerkez Ethem, kuvvetlerinin başına döndü.

22 Aralıkta Ankara'da toplanan Bakanlar Kurulu son bir teşebbüste bulunarak Reşit Bey'le birlikte Celal Bayar, Kılıç Ali Vehbi Bey (Balıkesir milletvekili), Eyüp Sabri Bey'den oluşan bir kurulu Çerkez Ethem'e göndererek nasihatte bulundu. Çerkez Ethem düşüncelerinde ısrar etti ve Mustafa Kemal Paşa'yı da İsmet Bey'le Refet Paşa'yı tutmakla suçladı.

Hükumet Çerkez Ethem'i TBMM'e itaate çağırdı. Bu kesin emirleri dinlemeyen Çerkez Ethem üzerine 2 piyade ve 7 süvari alayı gönderildi. 29 Aralıkta Kütahya ele geçirilince Çerkez Ethem Gediz'e çekilmek zorunda kaldı. Bir yandan Yunan Başkomutanlığı ile anlaşmaya girişirken, öte yandan Sadrazam Damat Ferid'e başvurarak Osmanlı hükumetinden Büyük Millet Meclisi ordularına karşı harekete geçebilmesi için kendisine görev verilmesini istedi. Birinci İnönü Savaşı'nın en sıkıntılı günlerinde İzzettin Bey komutasındaki 61. tümen üzerine saldırmaya kalkışmasıyla da artık affedilmek imkanını kaybeden bir hain durumuna düştü.

Büyük zaferden sonra Türkiye'den ayrılmak zorunda kaldı ve Amman'da öldü. 
 

ÇEŞME SAVAŞI (5-6 TEMMUZ 1770)

Rus filosunun tarihte ilk kez, Akdeniz sularına Cebelitarık'ı geçerek gelmesi ile meydana gelen deniz savaşı.

Leh meselesi ve Balkan halklarının Osmanlılara karşı ayaklandırılması, bu savaşın temelindeki sebepleri oluşturmaktadır.

İngilizlerin lojistik ve askeri desteği ile Akdeniz'e giren Rus filosu Mora'da Rum halkı ayaklandırdı. Osmanlı donanmasıyla ufak tefek çatışmalar olmuşsa da asıl çatışma Çeşme limanında destek kuvvet bekleyen Osmanlı donanması ile olmuştur.

Savunması zayıf ve küçük bir liman olan Çeşme'de bulunmanın sakıncalarını kavramayan, Donanma Komutanı Hüsamettin zamanında donanma güvenliğini sağlayamamıştır.

Bir Rum gemicisinden Osmanlı donanmasının yerini öğrenen Rus donanması, Koyun Adaları- Çeşme doğrultusunda yol alırken, Osmanlı donanması ile Çeşme limanının kuzeydoğusunda karşılaştı.

5 Temmuz 177O'te 9'u kalyon, 18 gemili Rus donanması Kayalı Burun ile Toprak Adası arasında 10'u kalyon, çoğu küçük 30 parçalık üstün Osmanlı donanmasına saldırdı. Savaş sırasında Orlov'un sancak gemisi ile Cezayirli Hasan Bey'in bindiği gemi arasında borda bordaya vuruşmada önce Rus, sonra Osmanlı gemileri tutuştu. Amiral Orlov filika ile canını kurtarırken, gemisinin güvertesinde en sona kalan Cezayirli Hasan Bey de kendini denize atarak kıyıya çıktı. Yanan Osmanlı gemisi rüzgarla limana doğru yol aldı. Akşam üstü donanmanın diğer gemileri de limana sığındılar. Böylece tehlikeli bir hedef meydana getirdiler.

Rus donanması üç ateş gemisi hazırlayıp sabah ateşe başladılar. Bu savaş sırasında Osmanlı donanmasında çıkan yangın kısa zamanda gemilerin yanmasına sebep oldu (6 Temmuz 1770). Kurtulan bir kalyon, birkaç küçük gemi de Sakız'a sığındı.

Sonraki günlerde Rus donanması Sakız'ı bombardıman etti. Amiral Elphinstone, Osmanlı donanmasının saf dışı edilmiş olmasından aldığı cesaretle Çanakkale Boğazı'ndan geçerek İstanbul'u bombardıman etmeyi teklif ettiyse de Orlov bunu kabul etmedi. Çeşme baskını, Osmanlı- Rus Savaşı'nın sonunda Küçük Kaynarca Antlaşması’nın imzalanmasında Ruslara büyük faydalar sağladı. 
 

ÇETR, ÇETİR

1-XIV. ve XV. yüzyıllarda döşemecilikte kullanılan, bazen elbise yapımında da kullanılan ipek kumaş;

2-Bir tahtın, bir yatağın, bazen de bir katafalkın üzerine kurulan tavan;

3-Kilise mihrabının üst kısmını kaplayan tahta, mermer veya madenden yapılmış tavan.

4-Osmanlılar döneminde padişahların tahtları üzerine kurulan yüksek tepeli çadır biçiminde gölgelik.

Çetir bir tahtın veya yatağın başına şemsiyeye benzer şekilde yapılırdı; Çetir, Avrupa'ya geçtikten sonra şemsiye şeklinde çoğalmıştır. 
 

ÇIKMA

Devşirmelerin Acemi Ocağı'na, ocak dışında hizmet görenlerin de Yeniçeri Ocağı'na kabul edilip kaydedilmelerinin adıdır.

Kısaca "Ocağa Çıkma", "Kapıya Çıkma" da denir. Ayrıca saray hizmetlilerinin saray dışında görevlendirilmelerinde de bu tabir kullanılır. Çıkma, saray mensuplarının bir görevden diğer göreve geçmelerine bir daireden diğer bir daireye taşınmalarında da kullanılırdı.

Yeniçeri Ocağı'nın asker ihtiyacını Yeniçeri Ağası Divan'a arz eder, bunun üzerine kanunen hangi bölümden acemi alınması gerekiyorsa, durum Yeniçeri Ağası'na bildirilirdi. Bazen Ağa'nın isteği olmadan Bostancı Ocağı'ndan veya Acemi Ocağı dışındaki topluluklardan, kapıkullarından kanun gereği çıkacakların miktarı Ağa'ya bildirilirdi. İstanbul'da çıkan yangınlarda hizmetleri görülen acemilerin kıdemlilerinin kapıya çıkmaları da kanundu.

Çıkma; iki şekilde gerçekleşirdi. Büyük çıkma, saltanat değişikliklerinde, küçük çıkma da olağan zamanlarda olurdu. Küçük çıkma nikah, sünnet gibi durumlarda da uygulanabilirdi. Büyük çıkmaya "Cülus Çıkması", "Umum Çıkması" da denirdi.

Devşirme usulünün terk edilmesi ve Acemi Oğlanları Kanunu ile ocak dışındaki toplulukların durumlarında değişme olduktan sonra, bu deyim yalnız saray görevlilerinin bir memuriyet tayini hakkında kullanılmıştır. 
 

ÇILDIR ZAFERİ (1578)

Çıldır Savaşı, İran'la 12 yıl süren (1577-1589) savaşlarının ilkidir.

Ardahan'dan Gürcistan'a giren Lala Mustafa Paşa, komutasındaki Osmanlı ordusu İran serdarı Tokmak Han'ın kuvvetleriyle Çıldır'da karşılaşmıştır (1578). Tokmak Han, Osmanlı kuvvetlerini arkadan vurmak istemiştir. Ancak bunu başaramamıştır. Lala Mustafa Paşa, otuz bin kişilik İran ordusunu Çıldır'da yenilgiye uğratmıştır.

Çıldır zaferi, Osmanlıların Gürcistan fethini kolaylaştırmıştır. Ama Osmanlı- İran anlaşmazlığı daha uzun yıllar devam etmiştir. 
 

ÇIRAĞAN OLAYI

Ali Suavi'nin önderliğinde bir grup insanın padişah V. Murad'ı tekrar tahta çıkarmak üzere, Çırağan Sarayı'nı basıp, ayaklanmasıdır (20 Mayıs 1878).

Ali Suavi, bu olayda Osmanlı- Rus Harbi yüzünden Balkanlar'dan kaçıp İstanbul'a sığınan göçmenlerden yararlanmıştır. Olaydan bir gün önce "Basiret" gazetesinde yayınladığı kısa bir açıklamada yapacağı işe dikkatleri çekmeye çalışmıştır.

İçlerinde Filibeli Ahmed Paşa'nın da bulunduğu beş yüzden fazla kişiden oluşan kalabalık, Çırağan Sarayı yakınındaki Mecidiye Camii önünde toplanmışlardı. Bu sırada Ali Suavi de bir kısım adamlarıyla Kuzguncuk'tan mavnalara binerek Çırağan Sarayı rıhtımına çıkmıştır. Ali Suavi, sarayın rıhtım tarafındaki muhafızların silahlarını toplayıp saraya girmeye çalışırken, Mecidiye Camii tarafındakiler de sarayın Paşa Dairesi ile Serdar Köşkü'nün önüne geldiler ve buradaki muhafızlarla çarpışarak onların silahlarını aldılar.

Ali Suavi V. Murad'ı dairesinde bulup kendisini yeniden hükümdar yapmak için geldiğini bildirdi ve aşağı indirdi. Bu sırada göçmenler sarayın alt katını doldurmuşlardı.

Burada II. Abdülhamid'in V. Murad'ın yanında gözcü olarak bulundurduğu Dilaver Ağa, haber göndererek asker ve zaptiye çağırmıştır. Dilaver Ağa ilk gelen askerleri divan kapısı önüne nöbetçi dikerek isyancıların dışarı çıkmalarını engellemiştir.
 

ÇIRAĞAN SARAYI

İstanbul'da Beşiktaş ile Ortaköy arasında, bugünkü şekli ile Abdülaziz'in yaptırdığı büyük saray.

Sarayın projesini saray mimarı Nigoğos Balyan çizmiş, yapılmasını oğulları Sarkis ve Agop Balyan gerçekleştirmişlerdir.

Lale Devri'nde bugünkü sarayın yerinde Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa'nın eşi Fatma Sultan'ın büyük bir yalısı bulunmaktaydı. Bu yalıda ziyafetler verilir, sabahlara kadar süren eğlenceler ve şenlikler yapılırdı. "Çırağan" kelimesi bu devirde "gece şenlikleri" ve "kandil donanması" anlamlarına kullanılmış, bu çeşit şenliklerin yapıldığı saraylara bu ad verilmiştir. Lale Devri'nin tanınmış hükümdarı III. Ahmed de bu eğlencelere ve toplantılara katılmıştır.

Çırağan Sarayı, Lale Devri'nden sonra da hükümdarlar ve sadrazamlar tarafından kullanılmıştır. I. Mahmud bu sarayı onartıp zaman zaman burada oturmuştur. Devrin sadrazamları da bu sarayda Fransa ve Avusturya elçilerine ziyafetler yermişlerdir. Çırağan Sarayı, sonraları, III. Selim'in kız kardeşi Beyhan Sultan'a, daha sonra da III. Selim'e geçmiştir.

III. Selim, burada yeni ve güzel bir saray yaptırmak istemişse de buna fırsat bulamamış, sadece sarayı onartabilmiştir. II. Mahmud da sarayın bahçesini genişletmiş ve bazı yeni ahşap yapılar katarak sarayı büyütmüştür.

Dolmabahçe Sarayı yapıldıktan sonra Abdülmecid, güzel ve kargir bir saray yaptırmak üzere Çırağan Sarayı'nı yıktırmıştır.

Abdülmecid bu isteğini gerçekleştirmeden ölmüş, onun yerine geçen Abdülaziz burada mermerden ve cepheleri çok süslü bir saray yaptırmıştır. 750 m.'lik kıyı boyunca uzanan bir alanda klasik üslupta yapılmış olan bu yeni Çırağan Sarayı'na Abdülaziz 1866'da taşınmıştır. Sarayın içi, dışına göre daha süslü ve gösterişliydi.

Çırağan Sarayı'nın yapımına bir buçuk milyon altın harcandığı gibi, Tophane, Tersane ve Hazine-i Hassa gelirleri ile Mısır'dan alınan paralar kullanılmıştır. Bu yüzden birçok dedikodular çıkmıştır. V. Murad kısa süren saltanatından sonra II. Abdülhamid tarafından Çırağan Sarayı'na hapsedilmiş ve 28 yıl burada yaşamıştır. V. Murad hapsedildikten bir süre sonra Ali Suavi Çırağan Sarayı'nı basarak V. Murad'ı tekrar padişah ilan etmek istemişti.

Çırağan Sarayı, 14 Kasım 1901'de Mebusan Meclisi'ne toplantı yeri olarak verilmiştir. Bu tarihlerde 5 milyon lira değeri olduğu tahmin edilen Çırağan Sarayı, 19 Ocak 1910 günü çıkan yangında yanmış, sadece dış duvarları ayakta kalmıştır.
 

ÇİFT BOZAN KANUNU

Osmanlı İmparatorluğu'nun değişik dönemlerinde büyük şehirlere göçü yasaklayan kanun.

Tarımla uğraşan köylü ve kasabalı, bol ürün alınan yıllarda bolluğu, kurak yıllarda kıtlığı gerekçe göstererek büyük şehirlere göçerlerdi. Kaynaklarda "Ev Göçü" olarak adlandırılan bu duruma, zaman zaman kanunlarla engel olunmak istenmiştir. "Ev Göçü" yapanlar, köydeki, çiftinden çubuğundan olurken, göçtüğü şehirlerde düzeni sıkıntıya sokarlardı. Boş gezenlerin çoğaldığı bu ortamda ev, taşıt, yiyecek, giyecek kıtlığı başlar ve genel bir sefalet ortaya çıkardı. Devlet bu durumun önünü almak için caydırıcı bir vergi koymak zorunda kalmıştır.

Çift Bozan Resmi adı verilen bu vergi caydırıcı olamadığı gibi, bir takım yeni düzensizlikleri de ortaya çıkarmıştır. Çift Bozan Resmi, çift bozanlardan yılda 300 akçe, yarım çift bozandan 75 akçe olarak alınırdı. Bu miktar çiftliğin yerine göre de değişirdi. Verimli yerlerden 70-80, orta verimlilerden 100, çorak yerlerden de 130 dönümlük yere bütün çiftlik "tam çiftlik denilirdi. Değişik dönemlerde çıkan kanunlara göre, ev göçü yapanlar yıllık bir ikametten sonra yerli halktan sayılabilirdi. İmparatorlukta köyden- şehre göçün tamamen yasaklandığı dönemler de olmuştur.
 

ÇİNİLİ KÖŞK

Fatih Sultan Mehmed tarafından İstanbul'da Topkapı Sarayı yakınında yaptırılan köşklerden biri.

İstanbul'daki sivil mimari eserlerinin en eskilerinden biri olması ve sahip bulunduğu değerli çinilerle Türk süsleme sanatının en güzel örneklerini taşıması bakımından ayrı bir önemi vardır. 1472'de bitirilen yapı, dış ve içini kaplayan firuze renkli çiniler ve mozaiklerden ötürü "Sırça Saray" ya da "Sırça Köşk" adları ile de tanınmaktadır. Mimarı bilinmemektedir. Çinilerinin Timur devri eserlerine benzemesi dolayısıyla İranlı ve Horasanlı sanatçılara mal edilmek istenmişse de, son araştırmalar, kullanılan çinilerin Anadolu Selçuklu sanatının devamını gösteren İstanbul'daki pek az örneklerden biri olduğunu meydana çıkarmıştır. Çinili Köşk haç biçiminde tonozlarla çevrili bir orta kubbe ve köşelerde yer alan diğer kubbeli kısımlardan ibarettir. Geniş ekseni üzerinde beş köşeli oda dışarı doğru çıkıntı yapar. Köşkün ön cephesinde on dört direkli bir galeri yer alır.

Yapıyı içten ve dıştan kaplayan çiniler zamanla bozulmuştur. Yeni Saray'ın bir parçası olan Çinili Köşk, kuzeyindeki bugün ortada olmayan III. Mehmed Köşkü ve çevresindeki Şehremini ve Hassa mimarları daireleri ile geniş bir meydana bakmakta idi. Abdüllatif Suphi Paşa ve Münif Paşa'nın gayretleri

ile 1875'te Osmanlı İmparatorluğu'nda toplanan eski eserlerin gösterildiği bir müze haline getirilmiş, 1924'te Yeni Saray'ın Topkapı Sarayı Müzesi adıyla açılması üzerine önemini kaybetmişti.

1939'dan sonra köşkün onarımını ele alan Millî Eğitim Bakanlığı burasını Fatih'le ilgili her çeşit değerli hatıraların sergilendiği bir müze haline getirmekle yapıya gerçek değerini kazandırmıştır.
 

ÇİRMEN SAVAŞI (SIRPSINDIĞI SAVAŞI) (1364)

Edirne ve Filibe'yi Osmanlılardan geri almak isteyen Sırplar ve Bulgarlar, Papa aracılığı ile Avrupa'yı harekete geçirdiler. Papa V. Urban'ın teşvikiyle Macar Kralı Layoş başta olmak üzere Bulgarlar, Sırplar, Eflak prensi ve Bosnalılar birleşip savaş için hazırlandılar.

Bu haçlı ordusu Edirne üzerine yürüdüğü zaman padişah I. Murad, Hacı İlbey kumandasındaki bir kısım keşif kuvvetini Edirne'ye yolladı. Hacı İlbey , Meriç'i geçen ve hiçbir karşı taarruzla karşılaşmadığı için ihtiyatsız hareket eden düşmanı gaflet halinde yakaladı. Düşmanın bir kısmını Meriç nehrinde boğdu. Macar Kralı Layoş güçlükle kurtulabildi.

Osmanlı tarihlerinin bir kısmına göre, Hacı İlbey'in az bir kuvvetle kazandığı bu zaferi Lala Şahin Paşa kıskanmış ve onu zehirleterek öldürtmüştür.

İsmail Hakkı Uzunçarşılı 1364'de yapılan bu savaşın "Çirmen veya Sırpsındığı Savaşı" adı altında verdiği gibi Meriç savaşı diye de bahseder ve Osmanlı tarihlerinde Sırpsındığı adı ile geçtiğini yazar.

Uzunçarşılı, 1371'de yapılan savaşı ise "İkinci Meriç (Çirmen) Savaşı" başlığında anlatmış ve "Osmanlıların Sırpsındığı adını verdikleri savaş belki bu İkinci Çirmen Savaşı'dır; çünkü bu savaş Makedonya Sırp Kralı Vukaşin ve kardeşleriyle yapılmıştır; fakat tarihlerde iki savaş bir gösterildiği için birbirine karıştırılmıştır." diye de açıklama yapmıştır.

1371'deki Çirmen Savaşı'nda, Makedonya ve Kuzey Sırbistan kralları Bizans imparatoruyla anlaşarak Edirne üzerine yürümüşlerdir. Osmanlı ordusuyla Meriç boyundaki Çirmen mevkiinde karşılaşan Sırp kuvvetleri, 26 Eylülde büyük bir bozguna uğramıştır. Bu zaferle Osmanlılara Makedonya kapılarını bütünüyle açılmıştır.
 

ÇORBACI

Osmanlı saray teşkilatında Acemi Ocağı ile Osmanlı ordusunun yaya

askerini teşkil eden bölük zabitlerine verilen addır.

Cemaat denilen yeniçeri ortası çorbacılarına "Yayabaşı veya "Serpiyadegan" denildiği gibi ağa bölükleri çorbacılarına "bölükbaşı", çorbacılara "Subaşı" unvanı da verilirdi. Kıdemlilerine cemaatlarda "yayabaşı", bölüklerde de "başbölükbaşı" denilirdi.

Çorbacıların atları vardı. Kırmızı çuhadan kollu cübbe, ince mintan, kırmızı şalvar, ayaklarına da sarı mest ayakkabı giyerler, başlarına "Çorbacı keçesi" denilen ve üzerine tüy sorguç takılan, kenarı sırmalı börk takarlardı. Yayabaşıların sorguçları daha değerli olan turna tüyünden ve sonradan koyulan bölüklerin sorguçtan ise balıkçıl tüyündendi.

Çorbacılar, bölüklerin bütün sorumluluğunu yüklenirler ve disiplini sağlarlardı. Ceraim-i azime (Büyük suçlar) için ceza vermez, Yeniçeri ağasının uygun gördüğü cezayı uygularlardı. II. Mahmud döneminde çorbacı unvanı, orta ağası olarak değiştirilmiştir. Çorbacı deyimi yakın tarihlerde zengin, Hıristiyan tüccarlar için de kullanılırdı.

Önceleri gemi tayfaları arasında gemi sahipleri hakkında da kullanılmıştır.

 

ÇUHADAR

Osmanlı saray teşkilatı ve devlet yönetiminde bir görev.

Genellikle maiyet memurları bu unvanla anılırlardı. Çuhadan yapılan elbise giydiklerinden veya yüksek rütbeli memurların kapılarında, çuha perde önünde hizmet gördükleri için bu adı almışlardır. Beşiktaş muhafızı Yedi Sekiz Hasan Paşa da, Çırağan Sarayı'na gelerek isyanın bastırılmasına katılmıştır. Hasan Paşa kapıcılardan aldığı bir sopayla elebaşı olduğunu anladığı Ali Suavi'nin kafasına şiddetli bir darbe ile vurmuş ve onu öldürmüştür. Şaşkınlıktan faydalanan paşanın adamları da ateş ederek ayaklananlardan çoğunu öldürüp, sağ kalanları teslim almışlardır. Bunlar başta Filibeli Ahmed Paşa olmak üzere çeşitli cezalara çarptırılmışlardır. 

 

 
FACEBOOK
 
Facebook'ta Paylaş
GOOGLE
 
 
Bugün 15 ziyaretçi (26 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol