D

DAİMİ ELÇİLİKLER

Osmanlı İmparatorluğu kuruluşundan itibaren yabancı devletlerle siyasi münasebetlerde bulunmuştur. Padişahların tahta çıkış (cülus) ve doğumları, savaş ilanı, barış yapılması, dostluk teklifi gibi meseleler için yabancı devletlere elçiler gönderilmiştir.

Bu elçiler fevkalade elçi unvanını taşırlar ve vazifelerini bitirdikten sonra geri dönerlerdi. Bu elçiler gittikleri yerlerde edindikleri bilgileri "sefa-retnameler" halinde kaleme almışlardır. Bununla beraber Divan-ı Hümayun tercümanları vasıtası ile de yabancı devletlerin durumu öğrenilirdi.

İmparatorluğun kudretli devirlerinde bu durum bir problem teşkil etmiyordu. Bu devirlerde Hıristiyan hükümdarların kendi başkentlerinde ikamet etmek için elçi göndermeleri padişahlarca bir saygı ifadesi olarak kabul ediliyordu.

Osmanlı Devleti'nde Nizam-ı Cedid ıslahatını tasarlayan III. Selim, Avrupa'ya birer ikamet elçisi yollamayı uygun gördü. Bu elçilerin başlıca iki vazifesi olacaktı. Elçilik hizmetlerini görmek ve devlete yararlı adamlar yetiştirmek. Elçilik işleri arasında Osmanlı tüccarlarının haklarını korumak özel bir yer tutmaktaydı. İkamet elçileri Avrupa’da üç yıl kalacaklar, bu sürenin sonunda yurda dönünce yerlerine başkaları gidecekti. Bunlar beraberlerinde, Rum tercümanlarından başka, sır katibi ve maiyet memuru sıfatıyla Müslümanlar da götüreceklerdi.

Babıali Avrupa devletlerine elçi göndermek hususunda ihtiyatlı davranmayı ve ikamet elçiliklerini tedricen kurmayı kararlaştırmıştı. İlk akla gelen devlet Fransa oldu. III. Selim'in Fransa'ya karşı duyduğu sempatinin de bu tercihte büyük payı yardı. Ancak Fransız ihtilalinin şiddetlenmesi üzerine bu karardan vazgeçildi. Fransa yerine İngiltere'de ikamet elçilikleri kurmak Babıali için daha tehlikesiz görüldü. Reisülküttab Mehmed Raşid Efendi Osmanlı Devleti'nin İngiltere'ye bir ikamet elçisi göndermek istediğini İngiltere elçisine bildirdi ve bir mülakat yapıldı. Bu mülakatta Osmanlı elçisinin deniz yolunun uzunluğu ve tehlikesi sebebiyle karadan gitmesi kararlaştırıldı. Ayrıca Osmanlı elçisinin Rus ve Avusturyalı meslektaşları ile eşit düzeyde sayılabilmesi için büyük elçi olması isteniyordu. Ancak büyükelçilik masraflı olduğu için fevkalade orta elçilik ile büyükelçilik arasında bir rütbeyle gelmesi hatırlatılıyordu.

Londra'ya gidecek elçinin seçiminde Babıali İngiltere elçisinin uyarılarını gözönünde bulundurdu ve Kalyonlar eski katibi Yusuf Agah Efendi padişah tarafından bu vazifeye atandı. Yusuf Agah Efendi Ekim 1793'de maiyeti ile birlikte İstanbul'dan hareket etti ve 21 Aralık 1793'te Londra'ya geldi. Osmanlı padişahının İngiliz Kral ailesine gönderdiği hediyeler geciktiği için Agah Efendi ancak 29 Ocak 1795'te kralla tanışabildi ve elçilik vazifesine başladı. Yusuf Agah Efendi üç buçuk yıldan fazla İngiltere'de kaldı.

Avrupa'da üç yıl kalmak üzere yollanan elçilerin hizmet süreleri bitince Babıali onların yerine yeni elçiler göndermeye hazırlandı. Fransa ile savaş devam ettiğinden Fransa'ya elçi gönderilemezdi. Padişah III. Selim ikamet elçiliklerinden beklediği faydayı sağlayamamıştı. Ancak büyük elçilikleri birdenbire kaldırmayı da düşünmüyordu. Osmanlı elçilerinin Rum tercümanlarının maslahatgüzar olarak tayin olunması kabul edildi. 1821 yılına kadar durum böyle devam etti. Ancak Yunan ayaklanması başlayınca Rum tercümanların Babıali'ye yanlış bilgi verdikleri tespit edildi. Bu sebeple II. Mahmud bütün maslahatgüzarları azletti. Böylece Osmanlı ikamet elçilikleri geçici bir süre için kaldırılmış oldu. II. Mahmud'un saltanatının son yıllarında (1834) ikamet elçilikleri yeniden kurulmuş ve zamanımıza kadar aralıksız devam etmiştir.

DARPHANE

Osmanlı İmparatorluğu'nda para (sikke) basılan kurumun adı.

İmparatorluğun ilk devirlerinde İstanbul'da bulunan merkez darphane yanında illerde de darphanelerin açılmasına izin verilmişti. Bundan başka, ordu ile birlikte hareket eden gezici darphanelerin de bulunduğu, baskı yeri olarak orduyu gösteren paralardan anlaşılmaktadır. Osmanlı illerinde açılan darphaneler arasında, Mısır'da Kahire, Anadolu'da Gümüşhane ve Diyarbakır, Rumeli'de No-

vaborda ve Sidre darphaneleri en tanınmışlarıdır. Bütün bu darphanelerin özelliklerine göre ayrı kanunları ve hak ve yetkilerini belirten tüzükleri vardı.

XVII. yüzyılda devletin artan masrafları karşısında basılı paranın ayarının düşürülmesi üzerine hükumetin kontrolünden uzakta bulunan taşra darphanelerinin kapatılması gerekince, İstanbul darphanesinin önemi ve görevleri artmıştır İstanbul darphanesi fetihten sonra ilk önce Irgat Pazarı'nda bugünkü Çorlulu Ali Paşa Medresesi'nin bulunduğu yerde kurulmuştu. Buradan 1577'de Beyazıt'a, Koska'ya taşınmış, 1665 tarihine kadar Beyazıt semtinde Simkeşhane adını taşıyan ve II Ahmed devrinde Valide Emetullah Sultan'ın yaptırmış olduğu Valide Hanı'nın bulunduğu yerde çalışmaya başlamıştı. 1665'te darphane, güvenliği sebebiyle Yeni Saray surları içine alınarak, yeni yaptırılan binasında tekrar açılmıştır. Bugün de aynı yerde faaliyet göstermektedir. Buraya taşındıktan sonra 1714'te büyük bir yangın geçirmiş ve 1726'da Sadrazam Damad İbrahim Paşa tarafından esaslı olarak onarılmıştır.

Darphane ilk devirlerde, saray hizmetinde bulunan bir "emin" tarafından yönetilirdi. XVII. yüzyılda yeniden teşkilatlandırılarak defterdarlığa bağlanmıştı. Böylece eminleri Divan-ı Hümayun haceganından seçilmesine karar verilmiş ve atanma defterdara bırakılmıştı.

XVIII. yüzyılda darphane daha önemli bir kurum haline geldi. Hatta Osmanlı hazinesinin yedek akçesinin saklandığı bir çeşit banka kasası niteliğini

kazandı. Bunun üzerine darphane eminlerinin atanması defterdardan alınarak sadaret makamına bağlandı.

I.Mahmud devrinde eminlik unvanı darphane nazırlığı olarak değiştirildi ve Tanzimat'a kadar da sürdü (1839). Darphanede döküm, gündelik giriş, çıkış gibi kendi işlemlerine bakan bürolardan başka, ilgisinden ötürü imparatorluğun maden işlerine ait bürolar da bulunmakta idi. Darphanenin bakır, gümüş ve altın gibi maden ihtiyacı ise, bir yandan devlet eliyle işletilen madenlerden öte yandan, iltizam suretiyle arttırmaya çıkarılan ocaklardan kanunlarında yazılı olan usullere göre sağlanırdı.

XIX. yüzyılın başında 1835'te memleketin para durumundaki büyük karışıklık göz önünde tutularak Maliye hazinesiyle darphane nazırlığı birleştirilmiş ve Darphane-i Amire Defterdarlığı adı altında yeni bir örgüt meydana getirilmişse de bunun bir fayda vermediği görülünce darphane, 1838'de yeniden bağımsız hale getirilmişti. II. Mahmud darphaneye yeni makineler getirttiği gibi, binalarını da yeni baştan yaptırırcasına onartarak bir de hünkar dairesi eklemişti.

Darphaneden hazine için gereken para her ulufe dağıtımında kısım kısım çıkarılmakta idi. Ulufe dağıtımında yeniçerilere maaşlarından bir kısmının çil (yeni kesilmiş para) akçe olarak verilmesi kanun haline getirilmiş ve piyasadaki fazla para ihtiyacının da böylece karşılanmak yolu bulunmuştu. Bunun için defterdar sadrazama bir yazı ile başvurur ve onun onaylaması üzerine kanunda belirtilen miktarda yük akçe çil olarak darphane emini tarafından darphaneden çıkarılarak hazineye devredilir ve böylece yeni para piyasaya sürülmüş olurdu.

Piyasadan kullanılma sonucu silik hale gelmiş bulunan akçelerin toplanması görevi de darphane eminine ait idi.

Tanzimat'tan sonra bir müdürlük olarak örgütlenen ve Maliye Nazırlığı'na bağlanan, Cumhuriyet devrinde de bu yolda işleyen darphane, Osmanlı İmparatorluğu'nun son devrinde müdürlük, muhasebe, katiplik, encümen, çeşni, çarkhane, sikkehane, ağırtma, sikkekun, teksirhane, müze, kazan, tamirhane, kefçe ve dökümhane bölümlerine ayrılmıştı. Darphanede yaptırılacak bir iş, müdür, 2 müfettiş, muhasebe, çeşni ve çarkhane memurları ile başsikkekundan meydana gelen encümen kararı ile başlar, kefçe, çeşni, dökümhane, çarkhane ağırtma ve sikkehaneden geçtikten sonra maliye kasasına girerdi.

Darphanenin yönetimi ve para basılması hakkında 1882'de çıkarılan bir kararname ile bu kurum en son şeklini almıştı. 1841 tarihine kadar çekiçle dövme suretiyle yapılan para basma işi, 1842'de balansiye yani sarkaç usulüne, 1853'te pres usulüne, 1911'de ise makine presi usulüne çevrilmiş bulunmaktadır.
 

DARÜLFÜNUN

Bugünkü üniversitenin eski karşılığı.

Darülulum, Durülilm, Külliye, Camia diye de anılır.

XIX. yüzyıl başlarında kurulurken medreselerde öğretilmeyen konuları öğretmek gerekçesine dayanmıştı. Üniversiteden daha aşağı bugünkü liseler düzeyinde eğitim yapılırdı. Sıbyan (ilk) okullarının ıslahı ve rüştiye (orta) okullarının kurulması (1838)ndan sonra darülfünun teşebbüsüne de girişilmiştir. Aynı yıllarda açılan Mekteb-i Maarif-i Adliye ve Mekteb-i Fünun-ı Edebiye de rüştiyeler üstünde kurulan okullardandır. Ancak, sonraki yıllarda yurdun en yüksek okulu kavramını belirten bu ad, İstanbul Üniversitesi'nin kuruluşuna (1933) kadar Türkiye'de üniversite karşılığı bir terim olmuştur.

1845'te kurulan geçici maarif komisyonu, sıbyan ve rüştiye okullarının ıslahı ile ilgili düşünceler arasında, daha yüksek derecede bilgi veren, devlet dairelerine memur yetiştirecek, her çeşit bilgiyi öğretecek, herkese kapılarını açacak, öğrencilerini yatılı olarak yetiştirecek üçüncü derecede bir okulun kurulmasını öğütlemişti.

Darülfünun 3 yıl ilkokul, 2 yıl rüştiye öğreniminden sonra öğrenci alacaktı, ilkokulların son sınıf programları rüştiyelerde ve rüştiyelerin son sınıf programları da Darülfünun’un ilk sınıf dersleri arasında yer almıştı. Darülfünun için öğrenci yetiştirecek bir üst dereceli okula ihtiyaç duyuluyordu. Bu sebeple önce Darülmaarif, sonra da İdadiler kuruldu. Bu arada ilk Osmanlı Darülfünunu’nun açılması 1863 yılına kadar gecikti.

İlk Osmanlı Darülfünunu kendi adına yaptırılan binanın bazı odalarında 14 Ocak 1863 tarihinde serbest derslerle çalışmaya başladı. Devam edenlerin çoğu devlet memurları olduğundan bu eğitim kurumundan beklenen sonuçlar alınamadı. Kurumda çeşitli dillerde 4000 ciltlik bir kitaplık ve gerekli laboratuvarlar meydana getirilmişti. Kimyager Derviş Paşa, Ahmet Vefik Paşa, hekim Salih Efendi, Cevdet Paşa, Müneccimbaşı Osman Efendi, gibi zamanın Doğu ve Batı kültürünü tanıyan kişiler ilk öğretmenler olarak bu okulda görev yaptılar.

1865'te Darülfünun Çemberlitaş'a, tahta yapılı Nuri Efendi Konağı'na taşıttırıldı. Az sonra da kitaplık ve laboratuvarları ile birlikte yanarak kendiliğinden kapandı.

Maarif Nazırı Saffet Paşa'nın da teşvikiyle 1870'te Sultan Mahmud türbesi yanındaki ikinci Darülfünun binası yaptırıldı. Bu eğitim kurumunun kurulu-

şunda, orta dereceli bir eğitime dayanmış bulunması, kurumun hikmet, edebiyat, hukuk, ulum-i tıbbiye ve riyaziyat bölümlerine ayrılmış olması, yani fakülte tarzı eğitime yol açması, fakültelerde çeşitli yabancı dil filolojileri, Roma Hukuku, yüksek matematik, tefazuli ve tamam-i riyaziye, hendese-i resmiye gibi ilimlere yer verilmiş bulunmasa ; derslerin esasta Türkçe olmakla birlikte Fransızca ile de öğretilebileceğini kabul edilmesi bu Darülfünunun gerçek anlamı ile üniversite olarak düşünüldüğü ve ona göre düzenlendiğini gösterdiğinden bu kurumu ilk üniversite kabul etmek yerinde olur.

Darülfünun, imtihanla seçilmiş 450 öğrenci ile 21 Şubat 1870'te açıldı. Rektör Hoca Tahsin Efendi Türkçe, Afganlı Cemaleddin Efendi Arapça, Aristokli Efendi Fransızca birer konuşma yaptılar. Dersler başladıktan sonra öğrencilerin yetersiz oldukları görülmüş, programa yetiştirici dersler de konmuştu.

Darülfünun bir yandan kayıtlı öğrencilerini yetiştirirken bir yandan da halka pozitif ilimler fikrini aşılamak için açık konferanslar düzenliyordu. Bu konferanslardan birinde Afganlı Cemaleddin Efendi'nin "peygamberlik bir sanattır" anlamına gelen bir söz söylemesi, pozitif bilimler yolunda atılmış olan bu olumlu adımın baltalanmasına yol açtı. Böylece Darülfünuna karşı girişilen sert saldırılar sonunda Sultan Abdülaziz yönetimi, bu bilim kurumunu kapatmak ve Hoca Tahsin Efendi'yi uzaklaştırmak, Afganlı Cemaleddin'i de Türkiye dışına çıkarmak zorunda kaldı. Böylece ikinci ve gerçek üniversite kurma teşebbüsü de kırılmış oldu (1871).

Bunun üzerine Saffet Paşa, Darülfünun-ı Osmani'yi Darülfünun-ı Sultani adı ile Galatasaray'da, Hıristiyan bir müdür ve Avrupalı öğretim üyelerinin eliyle açmaya teşebbüs ederek 1874'te Galatasaray Sultanisi Müdürü Sava Efendi'yi bu işle görevlendirdi. Beş fakülteli olarak düşünülen bu Darülfünun, tıp fakültesinin görevini, Mekteb-i Tıbbiye, İlahiyat Fakültesi'nin görevini de medreseler gördüğünden bu iki eğitim dışındaki hukuk, turuk ve meabir, yani mühendislik ve fen ile edebiyat fakültelerinden meydana geldi. Ancak, Türkçe ders verecek öğretmen ve okutulacak kitap bulunmadığı gerekçesi ile fakültelerde Türkçe, Fransızca ve Arapça öğretim dili olarak kabul edildi. Buna göre Darülfünun fakültelerine ancak Galatasaray Sultanisi mezunlarının alınacağı üstü kapalı belirtilmiş oldu. Öte yandan Latin, Yunan, Arap dilleri ve edebiyatları ile arkeoloji öğretimine yer verildiği halde Türk (Osmanlı) tarih ve edebiyatına, sanat ve kültürüne yer verilmemiştir. Bu sebeple de Darülfünun bir üniversite olmaktan çok Galatasaray'ın yüksek bölümü olarak kalmıştır. Nitekim müdürü Sava Efendi de onu Mekatib-i Aliye-i Sultaniye olarak adlandırdığı gibi, devlet yıllıklarında da fakülteleri Edebiyat-ı Aliye Mektebi adı ile geçmektedir. Zaten fakültelere olan ilgisizlikten dolayı kısa sürede kapanmıştır. Ancak hukuk bölümü 1881'e kadar devam etmiştir.

1896'da Darülfünun’un açılması için yeni bir teşebbüse geçildi. Sadrazam Sait Paşa, II. Abdülhamid'e sunduğu bir raporda Darülfünun’un açılma gerekçesini geniş bir plan halinde belirtmişti. Bu arada Avrupa'ya yüksek öğrenime giden Türk gençlerinin hürriyet fikirlerini benimsemeleri karşısında Avrupa üniversitelerine doğru başlayan Türk öğrenci akımını durdurmak amacıyla Darülfünun’un yeniden açılması artık kaçınılmazdı. Bunun üzerine 8 Nisan 1896'da, Sadrazam Halil Rıfat Paşa'nın sunduğu mazbata üzerine yeniden hazırlıklara girişildi. Fakat Teselya Savaşı'nın başlaması Darülfünun’un açılmasını yine geciktirdi.

II.Abdülamid'in isteği üzerine Osmanlı Darülfünun’u Darülfünûn-ı Şahane adıyla Maarif Nazırı Zühtü Paşa tarafından 1 Eylül 1900 tarihinde Cağaloğlu'nda Mekteb-i Mülkiye binasında açıldı. Mekteb-i Mülkiye, Mekteb-i Hukuk, Mekteb-i Tıbbiye yüksek okullar halinde daha eski tarihlerden beri çalışmakta olduğundan Darülfünun-ı Şahane, ulum-ı riyaziye ve tabiiye şubeleriyle Türkçe, Arapça ve Farsça'dan başka, Fransız, Alman, İngiliz ve Rus dillerini toplayan bir filoloji şubesinden meydana gelmişti. İlk yıl 85 öğrenci ile öğretime başlayan Darülfünun’da Osep Yusufyan, Salih Zeki, Mehmed İzzet gibi Türk öğretmenler, Fransız ve Alman bilim adamları görev alarak bu eğitim ve öğretim kurumunun gelişmesine hizmet etmişlerdir. Esas bakımından iki yıl öğretim, bir yıl da doktora olmak üzere üç yıllık eğitim ve öğretime dayanan Darülfünun-ı Şahane de yalnız ilahiyat şubesi dört yıl olarak tespit edilmişti. İstanbul'da ve illerde 25 yıldan beri imkanlar ölçüsünde geliştirilen orta dereceli okullardan çıkan Türk gençlerine yüksek öğretim imkanı sağlayan Darülfünun-ı Şahane, bu kere büyük bir ilgi gördü.

1908'de Meşrutiyetin ilanından sonra ise daha büyük bir gelişme gösterdi. Meşrutiyetten biraz önce Çemberlitaş'a taşınan Darülfünun 21 Eylül 1908'de Bayezıd'da Zeynep Hanım Konağı'na (bugünkü Edebiyat ve Fen Fakültesi'nin bulunduğu yer) getirilmiş ve programları yeni baştan gözden geçirilerek ulum-ı edebiye, ulum-ı şeriye, ulum-ı riyaziye ve tabiiye bölümleri olarak teşkilatlandırılmış ve Mekteb-i Hukuk da Darülfünun içine alınarak bir fakülte haline getirilmişti.

1912'de Emrullah Efendi'nin maarif nazırlığı sırasında Darülfünun’un modern bir üniversite haline getirilmesi için bazı çalışmalar yapılmıştır. Ancak kısa bir müddet sonra Zeynep Hanım Konağı ihtiyaca yetmedi. Her yıl 2000 kadar öğrenciyi kabul etmek zorunda bulunduğundan Yerebatan'da, kimya, Vefa'da Feyzullah Efendi Konağı'nda jeoloji, İbrahim Paşa Konağı'nda Doğu Dilleri, Saffet Paşa Konağı'nda coğrafya enstitüleri kuruldu.

Birinci Dünya Savaşı başında ise Almanya'dan Edebiyat Fakültesi için 10, Fen Fakültesi için 6, Hukuk Fakültesi için 4 profesör getirilerek öğretim kadrosu kuvvetlendirildi. Savaştan sonra Darülfünun’da 15 Ekim 1919'da yeni bir yönetmelikle bazı değişiklikler yapıldı.

Cumhuriyetin kuruluşundan sonra eski Harbiye Nezareti binası (merkez binası) Darülfünun’a verildi.

İsmail Hakkı Baltacıoğlu Türkiye Cumhuriyeti'nin ilk Darülfünun emini oldu. 14 Nisan 1925'te çıkarılan bir kanunla Darülfünun tüzel kişilik ve katma bütçe ile yönetilmek haklarını almış ve görünüşte Milli Eğitim Bakanlığı'ndan ayrılarak bilim alanında özerk bir hale getirilmiştir. Bu kanunla birlikte yayınlanan 52 maddelik yönetmelik ile Darülfünun Tevhid-i Tedrisat Kanunu ile kaldırılmış bulunan Darü'l-hilafe medreselerinin yerini doldurmak üzere İlahiyat Fakültesi de yeniden Darülfünun’un içine alınmıştı. Böylece özerk Darülfünun kurulmuş, fakat bu kuruluş yeni Türk Cumhuriyetinin sosyal ve ekonomik alanlarda giriştiği büyük devrimlere karşı ağır ve geriden giden gelenekçi bir eğitim kurumu olarak kalmıştı.

Cumhuriyet hükumetleri, özerk bir kurum olan Darülfünun’a karışmak imkanını da bulamıyorlardı. Bu durum sonunda Darülfünun’u kaldırıp yerine tam anlamıyla Batılı bir üniversite kurulmasını gerektirdi. Bunun için 31 Mayıs 1933 tarihli ve 2252 sayılı kanunla İstanbul Üniversitesi'nin yeniden kurulması görevi Milli Eğitim Bakanlığı'na verilerek Osmanlı İmparatorluğu Darülfünun’u kaldırılmış yerine üniversiteler kurulmuştur.

DEFTER EMİNİ

Osmanlı Devleti'nde resmi kayıtların bulunduğu dairenin müdürü.

Tanzimat devrinden sonra Defter-i Hakani Nezareti tarafından yürütülen bu görev, günümüzde Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü olarak bilinmektedir.

Bazı kaynaklarda defter eminliğinin Osmanlı Devleti'nin kuruluş döneminde, Orhan Gazi tarafından koyulmuş kanunla yerleştiği kabul edilmektedir. Fatih Kanunnamesi'nde ise bu makamın yetkileri ve Divan'daki yeri kesin olarak belirlenmiş bulunmaktadır. Buna göre defter eminliği şehremininin, reisülküttabın ve bölük ağalarının önünde bulunmaktaydı. Defter emininin önünde bulunan makam defterdarlık idi.

Defter eminliğinin yetki ve görevleri tarih boyunca bazı değişikliklerle devam etmiştir. Defter eminleri genellikle, Divan-ı Hümayun'da her divandan sonra padişahın sadrazamda bulunan mührüyle mühürlenen ve toplantı günlerinde açılan havass-ı hümayun, havass-ı vüzera, zeamet, tımar kayıtları ile tevcihat ve beraatları, arazi tahrirlerini tespit eden belgeleri ve bunlar üzerindeki değişiklik kayıtlarını saklayan bazı büroları bulunan defterhane dairesinin amiri idiler.

XVII. yüzyıl sonlarına kadar Divan-ı Hümayun Nazırı durumunda olan nişancılara bağlı bulunuyorlardı. Daha sonra bağımsız olarak görev yaptılar.

Defter eminleri kendi dairelerinin memur ve görevlilerinin atamalarını kendileri yaparlardı. XV ve XVI. yüzyılda da defterhanenin sorumluluğu nişancı ile defter eminliği üzerinde iken son iki yüzyılda defter eminliği dairesinin bütün yetkilerini kendinde toplamıştı, önceleri, padişah veya sadrazam tarafından gelen fermanlara göre has, tımar, zeamet dağıtımındaki düzeltmeler, yeni beraatların kayıtları, tahrir defterlerindeki yanlışların düzeltilmesi, nişancılar tarafından yapılırdı. Bu işlem için nişancı defter eminine buyuruldunun kenarına "defteri gele" emrini yazar, defter emini de istenilen defteri hazineden çıkartarak kesedarı ile nişancıya gönderdi.

XVIII. yüzyıldan sonra nişancıların önemini kaybetmesiyle, kayıtlar konusundaki yetkileri de defter eminliğine devredilmiştir. Bu dönemde padişahların çıkmaları ile beraatların yenilenmesi görevi de defter eminlerine verilmiştir.

Defter eminleri, tımar, zeamet, has, tevcihlerinden duruşma ve mahkemeler için çıkartılan kayıtlardan ayda 200 kese akçe kadar bir gelir toplarlar ve bu geliri emrinde bulunan görevlilerle usulüne uygun bölüşerek geçimlerini sağlarlardı. Ayrıca katiplere ait zeametlerden boş olanlarına atamalar yapıldıkça bu zeametlerin ilk yıllık gelirleri de defter eminlerine verilirdi. Defter eminlerinin gelirleri tımar ve zeametler kaldırılıncaya kadar bu şekilde karşılanmıştır.

Defter eminleri, Osmanlı saray törenlerinde, bayram ve cülus tebriklerinde reisülküttaptan sonra padişahın elini öperek tebrik ederdi. Son yüzyıllarda protokolde reisülküttaptan sonra şehremininden önce idi.

Defter eminliği 1840 yılında kaldırılarak görev Maliye Nezareti'ne verilmişse de 1848'de yeniden kurularak görevlerine devam etmiştir. 1871 yılında ise adı Defter-i Hakani Nezareti olmuştur.

DEFTERDAR

Osmanlı Devleti'nde mali işlerin başında bulunan görevli.

Defter ile dar kelimelerinden meydana gelen bu unvan defter tutan anlamında kullanılmıştır. Bazı kaynaklarda tabirin Osmanlılara İlhanlılardan geçtiği anlaşılıyorsa da Osmanlıların ilk dönemlerinde mali işlerin nasıl ve kimler tarafından yönetildiği kesin olarak bilinmemektedir.

Sultan Fatih Mehmed döneminde düzenlenen kanunlarda defterdarların hak ve sorumluluğu ayrıntılı olarak belirtilmektedir. Başdefterdar bütün defterdarların sorumlusu idi. Hazine ile ilgili işlerin yönetimi Başdefterdara verilmiştir. Onun emri olmadan hazineye bir akçe dahi ne girebilir, ne de çıkarılabilirdi. Başdefterdarlığa, mal defterdarlığından gelinirdi. Başdefterdar, Rumeli beylerbeyi derecesinde olup bayram törenlerinde padişah ona da ayağa kalkardı. Hilat ve bağışlarda vezirler ve kazaskerlerle aynı derecede tutulur, Divan'da yeri kazaskerden sonra olurdu. Sadrazamın izniyle padişaha dilekte bulunmak yetkisi, vezirazam ile aynı sofradan yemek yeme hakkı vardı.

Defterdarlara has verildiğinde, 600.000 akçelik miktar tutarında idi. Hazineden yıllık maaş (salyane) bağlanırsa, bu 160 bin ile 240 bin akçe arasında olurdu.

III. Selim dönemine kadar büyük değişiklik göstermeyen defterdarlık kurumu bu döneminde Şıkk-ı rabi adıyla yeni bir kuruma yerini bıraktı. Ama kısa süre sonra da bu kurum kaldırıldı. Defterdarlığın geniş bir kuruluşu vardı ve ikinci derece şubeleriyle 30'u aşan daireye ayrılmıştı. Her dairenin başında hace (hoca) denilen bir müdür ve halife (kalfa) adı ile birkaç müdür yardımcısı, oldukça kalabalık katip bulunuyordu. Bu düzen bazı genişletme ve değişmelerle Maliye Nezareti'nin kuruluşuna kadar sürmüştür.

Defterdarlığın en önemli daireleri şunlardı: Büyük Ruzname Kalemi, Baş Muhasebe Kalemi, Anadolu Muhasebesi Kalemi, Haremeyn Muhasebesi Kalemi, Cizye Muhasebesi Kalemi, Maliye Kalemi, Sipah Muhasebesi Kalemi.

II. Mahmud döneminde yapılan düzenlemelerle Hazine üç bölüme ayrıldı.

1-Şıkk-ı evvel defterdarının idaresinde Hazine-i Amire

2-Defterdar idaresinde Mansure Hazinesi

3-Bir nazır idaresinde Darphane Hazinesi.

Daha sonra Hazine-i Amire kaldırılarak görevleri Darphane Nezareti ile birleştirilmiş ve Darphane-i Amire Defterdarlığı kurularak yönetimine Darphane Nazırı Ali Rıza Bey getirilmiştir (1835). Zamanla Mansure Defterdarlığı da Darphane Nezareti ile birleştirilerek Maliye Nezareti kurulmuş (1838) ve Maliye'nin tek elden yönetimi sağlanmıştır. Defterdarlık unvanı bırakılarak Mansure defterdarı Nafiz Efendi (Paşa) vezirlik rütbesiyle Maliye Nazırlığı'na getirilmiştir.

Abdülmecid'in saltanat döneminde bazı değişiklikler olmasına rağmen yeniden nezaret haline (Umur-ı Maliye Nezareti) getirilmiştir. Maliye Nazırlığı'na da Said Paşa atanmıştır (1841). 1867'de yapılan düzenlemelerde eyaletler illere çevrilmiş ve il muhasebecilikleri de defterdarlık olmuştur.

DENİZ HARP OKULU

Türk deniz kuvvetlerine subay yetiştiren okul.

I. Mahmud zamanında Humbarahane ile birlikte Üsküdar Mühendishanesi'nin (Topçu Okulu) kurulması ile deniz subayları yetiştirilmeye başlandı ise de (1734) Yeniçerilerin direnişi üzerine okul subay yetiştirmeden kapatıldı. Bu okulda mühendis yetiştirmekten çok, teknik bilgili subay çıkarılması düşünülmüştü.

Deniz Harp Okulu'nu Mühendishane-i Bahri adı ile I. Abdülhamid zamanında Kapdan-ı Derya Cezayirli Hasan Paşa kurdu ve Fransız uzman subaylarının katılmaları ile 18 Kasım 1776'da öğretime başlandı. Okul, biri gemi seyri (seyr-i sefain), öteki gemi yapımı (inşa-ı sefain) olmak üzere iki bölüme ayrılmıştı. Kasımpaşa'da küçük bir yapıda öğretim yapmakta olan bu okulun öğrencileri, Devlet Mühendis Okulu (Mühendishane-i Amire)'nun kurulması ile haftanın iki günü öğrenimlerini burada yaptılar.

Deniz Okulu'ndan başarı ile çıkan subaylar donanmaya katip yardımcısı unvanı ile katılırlardı. Bu ad, genç subayların hem seyir hesabı hem de muhasebe işlerini yapmalarından ileri gelmişti. Adı sonradan mühendis olan katip yardımcılığından katip, yüzbaşı, kolağası rütbelerini geçerek kuvvet kaptanı (binbaşı) olanlar ve sınavda başarı gösterenler güverte subayı sayılırlardı.

Mühendishane-i Amire'nin açılması ve Halıcıoğlu'ndaki okul yapısının bitmesi üzerine (1795), Bahriye Mühendis Okulu, kısa bir süre bu okulla birleştirildi.

Deniz subayı yetiştirme amacının yitirilmekte olduğunu gören Kapdan-ı Derya Küçük Hüseyin Paşa, Bahriye Mühendis Okulu'nu ayırmayı başardı (1796). Ancak, Mısır'ın alınması planını hazırlamakta olan Napoleon Bonaparte, subay vermeyerek bu programın gerçekleşmesine engel oldu. Kasımpaşa'daki okulun yanması ile okul Parmakkapı'daki Bıçakhane binasına taşındı. Bu güçlükle birlikte öğretmen ve öğrencilere verilen aylıkların azlığı yüzünden verimsiz bir halde varlığını devam ettirmeye çalıştı. Bu arada Vaka-i Hayriye meydana gelmiş, Mehmed Hüsrev Paşa'nın teklifiyle öğretimde önemli değişiklikler yapılmış, sonra şimdi Deniz Hastanesi olan Kasımpaşa'daki yeni yapısı ile okul düzene girmiştir (1838).

Tanzimat hareketleri sırasında adı Mekteb-i Bahriye olan okulun komutanı Patrona Mustafa Paşa'nın 1847'de kökten ıslah teklifiyle (öğrenci sayısının azaltılması, sınavların her yıl yapılması, Darülfünun'a giriş hakkı olan öğrencilerin alınması gibi şartlar konması ve ders programlarının düzeltilmesi) önemli bir gelişme görülmüştür. Bu yeniliklerin kabul edilmesi sonucunda öğrenci sağlamak için kara kuvvetlerindekine paralel olarak, dört sınıflı Bahriye İdadisi sınıfları, buna kaynak olmak üzere Bahriye Rüştiyesi açıldı. Bahriye Okulu'nun son iki sınıfının öğretimi de öğrenciler okul gemilerinde çalıştırılarak yaptırıldı.

Kasımpaşa'daki binasının Deniz Hastanesi haline getirilmesi üzerine Bahriye Okulu 1851'de Heybeliada'ya taşındı ve buradaki kuruluşları da geliştirildi.

 

 

DARÜSSAADE

İstanbul'da Topkapı Sarayı adı ile tanınmış bulunan Saray-ı Amire-i Cedide (Yeni Saray)’de Darüssaade Ağalarının görev yeri olan dairenin adı.

Sarayın üçüncü bölümüne açılan ikinci ve üçüncü kapılar arasında bir dairedir. Bu kapılardan Babüssaade, Alay Meydanı'na açılan kapı olup Akağalar Kapısı adı ile de anılmaktadır.

Darüssaade dairesi iki katlı ve taştan yapılmıştır. Kapıdan girilince sağ yanda Darüssaade Ağası dairesi bulunur. Sol yanında ise, ilk önceleri Akağalar koğuşu, daha sonra Darüssaade Ağası'nın yardımcısı olan Hazinedar Ağa Dairesi yerleştirilmişti. 
 

DAYI

Tunus'un Osmanlılar yönetiminde bulunduğu dönemlerde memleketin başındaki yöneticiye verilen addır.

Tunus'ta Barbaros Hayreddin Paşa ile başlayan Osmanlı yönetimi Yemen fatihi adı ile bilinen Sinan Paşa ile tamamlanmıştır. Ülkenin Osmanlıya bağlılığı temin edildikten sonra yönetimi "divan" adıyla bilinen kurula bırakıldı. Bu meclis, kendi üyelerinden birini "Dayı" adıyla başkan seçip yönetime getirirdi.

İstanbul'dan gönderilen valilerin biçimsel bir görevi vardı. Bunlar sadece padişahın temsilcisi sıfatıyla konaklarında otururlardı. Dayılık eski Türklerdeki "Alp"lik gibi çok güç elde edilir bir sıfat ve bir şerefti. Alpler, okla gökteki kartalı düşürüp tüylerini börklerine takmak, kılıçla pars tepeleyip kuyruğunu bileğine dolamak gibi işler başardıktan sonra o sıfatı alabildikleri gibi dayılar da Akdeniz'in boralarını, fırtınalarını, ışıksız gecelerini kendi iradelerine boyun eğdirdikten ve adlarını o denizin dalgaları üzerinde yürüte yürüte İspanyollara, Venediklilere, Cenevizlilere, Maltalılara, Fransızlara, İngilizlere ve Felemenklilere tanıttıktan sonra bu lakabı alırlardı.

Yine onlar, döğüşecek düşman bulamayınca kendi aralarında boğuşmayı severlerdi. Bundan dolayı özellikle son zamanlarında devamlı bir kargaşa içinde yaşarlardı. Bununla beraber 1570 yılından 1720 yılma kadar Tunus Dayılar diyarı olarak Akdeniz siyaseti ve ticareti üzerinde etkili olmuştur.

Sonraları valiler, dayılara hakim olmak fırsatını buldular ve dayılığı ortadan kaldırdılar. Dayılarla mücadele yolunu açan vali Cezayirli Ramazan Bey'dir.

Dayılık tarihini kapayan da Ali Beyzade Hüseyin Paşa'dır. Hüseyin Paşa, valiliğin babadan oğula geçmesi usulünü de Tunus'ta tesis etmiştir. Dayılık, Tunus'ta olduğu gibi Cezayir'de de bir ihtilal sonunda meydana çıkmıştır. 1671 yılında ağaların keyfi idaresinden bıkan başkanlardan birini dayı adı ve hayat boyu yönetmek şartıyla yönetime geçirdiler. 
 

DEVŞİRME

Osmanlı merkez ordusu için çeşitli kavimlerden asker alma.

Bazı tarihçiler bunu Osmanlı İmparatorluğu'nun Hıristiyan uyruklarından canlı olarak aldıkları askerlik vergisi olarak kabul ederler. Bilindiği gibi, bütün Türk devletlerinde hakan (sonraki yüzyıllarda sultan ya da padişah)ın otoritesini pekiştirmek aile ve boy kavgalarında, saltanat savaşlarında hükümdarın güvenini sağlamak, devletin iç ayrılışlarla çökmesini önlemek amacıyla doğrudan doğruya hükümdara bağlı bir merkez ordusu. Kapıkulu "Gulaman-ı saray" kurulması bir ihtiyaçtı. Bu ordu, bütün Türk devletlerinde, savaşlarda tutsak alınan kölelere ve hakanın yüksek otoritesine boyun eğen prens ve beylerin, hükümdarların gönderdikleri rehinelere dayatılmıştı. Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda da aynı ihtiyaç, aynı ilkelerle sağlanmıştı.

Osmanlı Devleti'nin sınırlarının yüzyıl içinde bir yandan Tuna'ya, bir yandan da Bosna ve Mora'ya kadar yayılması, devletin güvenliği için gereken asker sayısının arttırılmasını zorunlu kılmıştı. Bu ihtiyacı karşılayan, Müslüman Türklerin Hıristiyan çoğunluk karşısındaki nüfus dengesini kısmen koruyan bir uygulama olarak devşirme sistemi, Osmanlı yöneticileri tarafından ortaya konulmuş ve 250 yıl başarı ile uygulanmış yepyeni bir buluştur.

Çelebi Mehmed tarafından başlatılan II. Murad zamanında ise kanunlaşan bu sistem, önceleri beylerbeyi, sancakbeyi ve kadıların sorumluluğu altında, çok çocuklu Hıristiyan ailelerden bir çocuğun alınması şeklinde basit bir işlerliğe sahipti. Sağlanan faydalar ve edinilen tecrübeler sonunda bu kuruluş, Fatih zamanında daha da geliştirildi. Kaç yılda nereden, ne şartlarla, ne kadar ve nasıl devşirme yapılacağı ayrı ayrı tespit edildi. XVII. yüzyılda da en olgun bir şeklini aldı.

Bu kurallara göre devşirme ihtiyaç oranında 3- 5- 7 yılda bir kez, 8-10-15-18- 20 ve çoğunlukla 14-18 yaşlar arasında Türk, Çingene, Kürt, Acem, Rus, Yahudi, Gürcü olmayan Hıristiyan ailelerden çok çocuklu, soylu kişilerin erkek evlatlarından gereğine göre, 2000 ile 10.000 kişi olarak toplanırdı. Devşirilenin büyük şehir uşağı olmaması, uşaklık gibi hizmetlerde bulunmamış olması, fiziki yapı bakımından tam ve yakışıklı olması temel ilkelerdendi.

Bazı bölgelere başka hizmetler yüklendiğinden, Bursa, Kartal, Kadıköy vb. devşirme bölgeleri dışında bırakılmıştı.

Devşirme sisteminin bozulması, onun en kusursuz bir kuruluş haline geldiği yıllara rastlar. 1582'de Şehzade Mehmed'in sünnet düğününde bazı hünerler gösteren Hıristiyan sanatçıların çocuklarını, acemi oğlanların arasına katmak istemeleri, yeniçeri ağası Ferhat Ağa (sonra sadrazam) direndiği ve görevinden çekildiği halde, III. Murad'ın ısrarı üzerine Yusuf Ağa tarafından "ağa çırağı" adı ile alınınca, bu yeni usul bir yol olmuş ve zamanla bu gedikten uygun olmayan pek çok kişi ocağa girmişti. Öte yandan yeniçerilerin evlenmelerine izin verildikten sonra bunların erkek çocuklarının kuloğlu adı ile ocağa alınmaları da kadroları doldurduğundan devşirme ihtiyacı azalmıştı. Böyle olmakla birlikte gittikçe seyrekleşe seyrekleşe XVIII. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devşirme sistemi uygulanmıştır.

DIŞ AĞALAR

Osmanlı saray teşkilatı dışında, devlet işleri ile ilgili görevliler.

Bunlara Birun ağaları da denilirdi.

Dış Ağalar, başta Yeniçeri Ağası olmak üzere sırasıyla Azep, Sipahi, Silahtar, Ulufeci, Gureba ve Akıncı denilen asker ağaları (komutan) idiler. Bunların en önemlisi ise Yeniçeri Ağası idi ve Yeniçeri Ocağı'nın başında bulunurdu, içlerinde vezirliğe kadar yükselenler de olmuştur.

Yeniçeri Ağaları, bütün ağaların amiri olduğundan "ehemmiyet-i mahsusaları" vardı; 500 akçe gündelik aldıkları gibi yüzlerce at besledikleri için de arpalık denilen bir gelir alırlardı. Dış Ağaların ikinci sıradaki yetkilisi Azep Ağası idi. Fatih döneminde Azep askerlerinin miktarı otuz bine varmıştı. Sipahi, Silahtar ve Ulufecilerle Gureba Süvari sınıfı olup, Ulufecilerle Gurebalar yemin ve yesar bakımından dört, diğerleri iki alaydan oluşurlardı.

Bu birliklerin ağalarına gündelik yüz akçe, fazla olarak yıllık on altı veya on yedi bin akçe arpalık verilirdi.

Dış ağalarının ikinci sınıfı, Topçubaşı, Cebecibaşı, Arabacıbaşı, Mehterbaşı gibi dört ağadan meydana gelirdi; diğer ağalar ile birlikte sayıları on ikiyi buluyordu. Yeniçerilerin subayları olan Sekbanbaşı, Kul-kethüdası, Samsuncubaşı, Zağarcıbaşı, Turnacıbaşı, Muhzir Ağa, Haseki Ağa, Başçavuş, Kethüda ve ikinci derece zabitleri olan Çorbacı, Odabaşı, Vekil-harç, Bayraktar, Başhaseki, Aşçı usta, Sakabaşı Dış Ağalarından sayılırdı.
 

DİRLİK

Hayat, yaşayış; dirlik düzenlik, geçimin yerinde olması.

Eski İslam ve Türk devletlerinde, ikta (toprak verme) usulünün, Osmanlı İmparatorluğu'nda görülen şekli.

Devlete ait bir hizmeti yapmakla görevlendirilen kimselere ücret anlamında ayrılan geçim kaynağına verilen ad.

Osmanlı İmparatorluğu'nda, boy ve oymakların yerleşme alanları olan yurtluklar dışında kalan bütün topraklar ve mülk ile gelir getiren her çeşit mal, madenler, sulama kuruluşları, ormanlar, gümrükler vb. leri hükümdarın malıdır.

Arazi üzerinde iki türlü tasarruf şekli vardı; biri o topraklar üzerinde yaşayan kimsenin tarım ve işletme hakkı; ikincisi devlete ait olan, o toprakta yetişen mahsulün dini hükümlere göre öşürünün alınması. Devlet toprakları üzerindeki hakkını, bir görev ye yükümlülük karşılığında has, zeamet ve tımar sahiplerine vererek veya bazı dini ve sosyal kurumlara harcanmak üzere, vakıf olarak ayırarak kullanırdı. Bu türlü hak sahiplerine sahib-i arz, kendilerine ayrılan yaşama ve geçim vasıtasına da dirlik denirdi.

Dirliklerin en küçük birimi 3000 akçe gelir getiren "kılıç tımar"dır. Senelik geliri 3000 akçeden 20.000 akçeye kadar olan dirliğe "tımar" denirdi.

20.000 akçeden 100.000 akçeye kadar olan dirliğe "zeamet" 100.000 akçeden fazla geliri bulunan dirliğe de "has" denilirdi.

Osmanlı İmparatorluğu'nda fethedilen bir ülkenin arazi ve nüfus sayımı derhal yapılırdı. Öşür gelirleri tespit edilir, dirliğin her çeşidi uygulanırdı. Ayrıca Sultan, sık sık yaptırttığı sayımlarla dirlikleri kontrol ederdi. Her sayımda bir önceki sayıma göre Defter-i atik'te kayıtlı olan dirlikler kontrol edilir, iki sayım arasında geçen zaman içinde yeniden işlemeye açılan toprak, orman, maden ve kuruluşlar defter dışı tutulur, bu yeni kaynaklar Defterhaneye kaydedildikten sonra eski hizmetlerin dirliklerine katılır ya da yeniden kurulan hizmetler için dirlik olurdu.

Hükumet merkezinde dirliklerin kontrolüyle uğraşan büronun adı tahvil kalemi idi. Bu büro, boşalan ya da başka hizmetlere devredilen dirlikleri tespit eder, dirliklerin hizmetten dolayı birinden ötekine geçişlerini kaydeder ve Defterhanedeki kayıtlarla kendi kayıtlarını karşılaştırarak dirliklerin olduğu gibi korunmasını sağlamaya çalışırdı.

XVII. yüzyıldan başlayarak merkez ve saray masraflarının artması üzerine dirlikler kaldırılmaya ve dirlik gelirleri artırmayla satılmaya başlayınca, yeni bir mali sistem ile yeni bir toprak düzeni gelişme gösterdi. Tımar ve zeametlerin ortadan kaldırılmasıyla elde olunan bu gelir kaynağının yönetimi mukataa kalemi ve daha sonra mukataa hazinesine bırakıldı.

 

DİVAN-I HÜMAYUN

Osmanlı Devleti'nde bugünkü bakanlar kuruluna karşılık devlet işlerini yürütmek, gerekli kararları almak için yetkili kişilerden teşekkül eden yüksek kurul.

Birinci ve ikinci derecede önemli siyasi, idari askeri, şeri, her çeşit şikayet ve davalar burada görüşülür ve hükme bağlanırdı. Bütün devlet kuruluşlarının üzerinde ve ayrı bir özelliği vardı. Fatih Sultan Mehmed zamanında bir kanunname ile yetkileri, görevleri, kimlerden kurulacağı belirlendi. Divan-ı Hümayun, hangi din ve milletten olursa olsun, kadın, erkek her sınıftan halka açıktı. Ülkenin herhangi bir yerinde gerek kişiler, gerekse devlet kuruluşlarının bir haksızlığına, zulmüne uğrayan tebaa, idari ve askeri mercilerden şikayetlerini Divan'a bizzat başvurarak getirebilirlerdi. Divan bu davaları titizlik ve ciddiyetle görüşür, karara varırdı.

Divan'a Fatih Sultan Mehmed zamanına kadar bizzat sultan başkanlık ederdi. Sonradan bu gelenek bırakıldı. Sultan divan görüşmelerini konuşmaları dinleyecek mesafede ve yüksekçe bir oda olan perde veya kafes ile örtülü bir yerden dinlemeyi tercih etti.

Yavuz Sultan Selim ve Kanuni Sultan Süleyman kafes arkasına geçmeden Divan'ı yönettiler. Sonra bundan da vazgeçildi.

Divan-ı Hümayun'un esas üyeleri şunlardı; Sadrazam, Kubbe Vezirleri, Rumeli ve Anadolu Kazaskerleri, Şıkk-ı Evvel, Sani ve Salis defterdarları, tevki veya nişancı, vezir rütbesinde ise Yeniçeri Ağası ve derya kaptanı (XVI. yüzyıldan önce). Bundan başka reisülküttab, çavuşbaşı, kapıcılar kethüdası, büyük ve küçük tezkereciler de bulunur, bunlar oturmayıp, ayakta dururlardı. Çavuşbaşı, maiyetindeki Divan-ı Hümayun çavuşları ile başvuru sahiplerine yol gösterirdi. Girip çıkmalarını tanzim ederdi. Kapıcılar kethüdası, vezir-i azam ile sultan arasında teması sağlardı. Küçük ve Büyük tezkereciler, Divan'a verilen istidaları yüksek sesle okur ve kararları kaydederlerdi. Zabıta görevini yürüten muhzır ağa, bostancılar odabaşısı, subaşı ve asesbaşı da hazır bulunup, tevkif, hapis, idam edilecekler hakkındaki emri icra ederlerdi.

Divan'ın gündemi en önemli madde ile başlardı. Elçilerin teklifleri, eyaletlerin ihtiyacı, sınırların durumu, halkın dava ve şikayetleri sıralanırdı. Davalarda herkes kendi savunmasını yapardı. Türkçe bilmeyenlerin savunmasını da tercümanlar üstlenirdi.

Divan toplantıları başlangıçta her gündü. Fatih'den sonra haftada dört güne indirildi. İki Divan gününde (pazar, salı) vezir-i azam ve vezirler padişahın huzuruna girdiklerinden bunlara “Arz günleri" denirdi. Yeniçeri vezir rütbesinde değilse, onlarla beraber arza girmez, daha evvel hükümdarın huzuruna kabul olunurdu.

Divan-ı Hümayun kararları sicillerde tutulurdu. Bunlar titizlikle saklanırdı. Divan, bir sefer dolayısıyla İstanbul dışına çıkınca, önemli bazı siciller Ordu-yu Hümayunla birlikte götürülürdü. Divan-ı Hümayun defter ve kayıtları, Osmanlı Arşivi'nin en önemli malzemesidir.

Normal Divan'dan başka Galebe Divanı ve Ayak Divanı da vardı.

Galebe Divanı, elçilerin kabulü ve Kapıkulu ocaklarına ulufe dağıtılması münasebetiyle toplanırdı. Ayak Divanı ise, fevkalade olaylar dolayısıyla, Babüssaade önünde padişahın kurulan tahta oturması ile olurdu. Bu Divan genellikle isyan ve ihtilal dönemlerinde olurdu.

Divan-ı Hümayun'da bitmeyen işler, öğleden sonra vezir-i azamın konağında tamamlanırdı. Buna "İkindi Divanı” denirdi. Divan toplantısından sonra Hazine ve Darphane, sadrazamın mührüyle mühürlenirdi.

Divan toplantıları, XVIII. yüzyılın ortalarına doğru gerilemiş, vezir-i azam veya sadrazamın İkindi Divanı ve Bab-ı ali giderek önem kazanmış ve devlet işlerinin yürütüldüğü yer, Bab-ı ali olmuştur.

Eyaletlerde, beylerbeyilerinin işleri tanzim ettikleri ve yürüttükleri, Divan-ı Hümayan modeline benzer, Eyalet veya Paşa Divanı mevcuttu.

 

DİZDAR

Osmanlı İmparatorluğu'nda kale ağası makamı için kullanılan ikinci dereceden öneme sahip askeri görevlerden biridir.

İmparatorluğun kuruluş yıllarından itibaren kullanılan dizdarlar, ilk zamanlarda kalenin savunma sorumluluğunu taşırlarken, sonraları askeri örgütün gelişmesiyle kalenin her türlü onarımı ve bakımından, topların korunmasından sorumlu oldular.

Kalelerin stratejik önemi, dizdarların yetki ve sorumluluklarını da değiştirdi. Cepheden içeride bulunan kaleler arasında İstanbul'da Rumeli Hisarı ve Yedikule dizdarlıkları birinci derecede öneme sahipti. Sınır boylarındaysa savaşların alacağı duruma göre önem kazanır ya da önemini kaybederdi.

Dizdarlar turnacı, zağarcı, sasuncu ortalarının dışındaki yeniçeri ortaları komutanlarından, yani yayabaşılardan seçilirdi.

Hükumet merkezinde dizdarlıkla ilgili kayıtlar ikinci derecede görevlerin toplandığı Rüus kaleminde görülürdü. Dizdarlar dirlik olarak tımar alırlar ve onun geliri ile yaşarlardı. Dizdarların tımarları, serbest tımar olduğundan, sancak beyleri onlara karışmazdı. Ayrıca bazı küçük vergilerin geliri dizdarlara bırakılmıştı. Kale ile ilgili konularda dizdarlara doğrudan doğruya hüküm gönderilmesi usuldendi.

Dizdar terimi 1826 yılında yeniçeriliğin kaldırılmasıyla kullanımdan düştü.
 

DOĞANCIBAŞI

Padişahların "Şikar Halkı" denilen avcılarından bir sınıfın başına verilen addır.

"Hane-i bazyan" denilen doğancı koğuşu kırk kişilik bir topluluktu. Doğancı-başı, Erkan-ı birun denilen Enderunluların hizmetlerinde ve av esnasında padişaha en yakın olan idi. Av getirdikçe bahşiş alır, Enderun'dan çıktığı zaman çok defa çakırcıbaşı veya şahincibaşılık ile çıkarılırdı. Bazen da kendilerine mirahurluk, sancak beyliği veya daha yüksek görevler de verilebilirdi.

Doğancıbaşı'nın günlük ücreti XVI. yüzyıl sonlarında 20 akçe, yıllık aidatı da Rikapdar Ağa'nın yıllığı kadardı. Doğancıbaşılar XVI. yüzyılın ortasında kanun üzerine 300 bin akçe ile sancak beyliğine tayin edilirken sonraki zamanlarda beylerbeyi ve vezir de olmuşlardır. XVII. yüzyılın başında, ortasında ve son yarısında Enderun doğancıları 30, 40 kişi olup bunların üçü has odada, yedisi hazine odasında ve yirmisi de seferli koğuşunda bulunuyorlardı. Doğancı teşkilatıyla beraber doğancıbaşılık da XVII. yüzyılda kaldırılmıştır.
 

DONANMA

Osmanlı eğlencesi ve şenliklerine verilen ad.

Osmanlı İmparatorluğu'nda deniz veya kara ordularının kazandıkları büyük zaferler, kale veya ülkelerin ele geçirilmesi, padişah çocuklarının doğuşları, padişah kızlarının veya kız kardeşlerinin düğünleri dolayısıyla yapılan şenliklere verilen ad.

Donanma buna sebep olan olayın padişah üzerinde veya halk üzerinde yarattığı etkiye göre 3 gün 3 geceden az olmamak, 40 gün ve geceyi de aşmamak üzere sürekli eğlenceler, top- tüfek atışları, deniz ve kare fener alayları, oyunlar, yarışlar vb. gösteriler şeklinde yapılırdı. Donanma başta padişah olmak üzere bütün vezirler, devlet memurları, halk, oyuncular, çalgıcılar, şarkıcılar, çeşitli sanatçılar katılmak zorundaydılar. Bazı büyük şenliklere yabancı devleti elçilikleri de katılırlardı.

Donanma padişah tarafından süresi belirtilmek suretiyle yayınlanan bir fermanla bütün imparatorluk şehir ve kadılıklarında uygulanır, kadılar donanma ile ilgili fermanı sicile geçirirlerdi.

Bu şenlikler, şehir ve deniz donanmaları olmak üzere iki bölümde düzenlenirdi. Donanmanın süresi donanma sebebi olan olayın önemine bağlı idi. Bu önem padişahtan padişaha değişiklik gösterirdi. Padişahın ilk erkek çocuğunun doğması, öteki erkek çocuklara göre daha uzun donanma ile kutlanırdı. Genellikle ilk erkek çocuklar için 7 gün 7 gece olan şehir ve deniz donanması, ikinci çocuklar için 3 gün 3 gece olarak değişmekteydi. Fakat bu sürelerde de tam bir kesinlik bulunmazdı. 30 yıl çocuğu olmayan III. Mustafa'nın ilk çocuğu Hibetullah Sultan doğunca kız olduğu halde 7 gün 7 gece donanma yapılması kararlaştırılmış iken, İstanbul halkının hanedan hakkında duyduğu endişe ortadan kalktığı için halkın arzusu üzerine donanma 3 gün 3 gece daha uzatılarak 10 güne çıkarılmıştı. Bazı padişahlar, donanmaları yüzünden yapılan ağır masrafları kısmak için bu eğlenceyi yasaklamışlardı.

I. Abdülhamid, ikinci çocuğu doğunca donanma yaptırmamış, sadece fukaraya sadaka dağıtılmasına tekke ve zaviyelere yardımda bulunulmasına izin vermişti. Bazı kere, İstanbul'da yabancıların kalabalık olarak bulunmaları gözönünde tutularak, şehirde yangın çıkması düşüncesiyle gece donanması yaptırılmazdı. Nitekim, 1700 yılında II. Mustafa'nın oğlu Selim doğunca padişah istediği halde devlet erkanının teklifi üzerine şehir donanması yapılmasından vazgeçilmişti.

Donanmalar, donanma muhtesibi tarafından düzenlenir, padişahın olaya verdiği değer oranında parlak bir biçimde kutlanması için gerekli tedbirler alınırdı. Fermana göre, bütün şehir, çarşı, camiler, pazar, han, ev ve konaklar, limandaki gemiler, donanma-yı hümayun, saraylar ve deniz üzerinde donatılmış sallar, baştan başa çeşitli, renkli ve değerli kumaşlar, bayraklar, landralar, fenerler ve mahyalarla süslenir, gündüz Sultan Ahmed Meydanı'nda, İbrahim Paşa Sarayı önünde, Bab-ı Hümayun'da Alay Köşkü önünde, Yalı Köşkü'nde, Aynalıkavak Köşkü'nde, Dolmabahçe Sarayı'nda, Vaniköy'nde vb. eğlence ve mesire yerlerinde yapılan eğlenceler, oyunlar, şenliklerle geçer, geceleri ise şehir baştan başa aydınlatılarak aralıklı aralıklı yapılan top ve tüfek atışları donanma süresince devam ederdi.

Şenlikler donanma yapılmasını gerektiren olayın olduğunu bildiren fermanın sadrazam otağına gelişi ile başlar, sadrazam otağı önünde çengiler bir saat kadar süren bir oyun gösterisi ile donanmayı açarlardı. Donanma süresince oyun ve eğlence yerlerinde düzeni korumak sıkışıklığı önlemek için meşin şeb-külah, cübbe ve şalvar giymiş, üzerine tulum gibi bir elbise geçirmiş olduğundan tutumcu adını taşıyan görevliler tarafından sağlanırdı.

Donanma masraflarını halk karşılardı. Bu gösteriler için İstanbullular büyük masraflara kalkışırlar, birbirleriyle yarışa girişirlerdi. Hibetullah Sultan donanmasında Sadrazam Ragıp Paşa sadece süslemeler için 20 bin esed: kuruş harcamış, donanma süresince de 5000 okka zeytinyağı yakılmıştı. Orta halli İstanbulluların ise, her birinin 1500 kuruşu aşan masrafları olmuştu. Padişah da bu donanma için 550 kese akçe vermişti .

Donanmaların bir özelliği de, halkın incelik ve zeka oyunları göstermelerine yol açması, devlet yönetimini, bazı kümeleri ve kişileri çeşitli şekil, söz, oyun vb. araçlarla eleştirmelerine fırsat vermesiydi. Bu eleştirmelere katlanmak gerekirdi. Nitekim yine Hibetullah Sultan donanmasında halkın İstanbul kadısını eleştirmesine katlanmayan bilginleri, Ragıp Paşa kendisinin de aynı şekilde alaya alındığını göstermek suretiyle yatıştırmıştır.

Donanma geleneği Meşrutiyet ve Cumhuriyet devrinde de devam etmiştir. Ancak, Meşrutiyet'ten sonra milli günler gittikçe önem kazanmış, Cumhuriyet'ten sonra milli bayramlar ile birlikte şehir ve kasabaların fetih veya kurtuluş günlerinde o şehir veya kasaba için donanma yapılması gelenek halini almıştır.
 

DÜYUN-I UMUMİYE

Genel borçlar anlamına gelen XX. yüzyıl tarihine ait bir kavram.

Osmanlı İmparatorluğu devrinde 24 Ağustos 1854'ten başlayarak ödenmesi 25 Mayıs 1954'e kadar süren dış borçlanmaların ve bunların ödenip kaldırılması için kurulan teşkilatın adı.

Osmanlı İmparatorluğu'nun yükselme devrinde başlayan mali dengesizlikler; XVII. yüzyıldan sonra yenilgilerle sonuçlanan savaş giderleri, rasyonel olmayan para siyaseti bütçe açıklarını büyüttü. XIX. yüzyılda askeri ve idari teşkilatta girişilen yenilik hareketleri, hazinenin durumunu daha da ağırlaştırdı.

Gerileme döneminde gelir kaynaklarında da hızlı bir azalma baş gösterdi. Gülhane Hatt-ı Hümuyunu ile başlayan vergi sisteminin merkezileştirilmesi yolundaki çalışmalar müspet sonuç sağlayamadı. Çünkü yürürlükteki vergiler ağır, sanayi gelişmemiş, vergilendirilebilecek tek kesim olan ithalat- ihracat ise

1838 İngiliz Ticaret Antlaşması gereğince gümrük muafiyeti ile korunmuştu. Bu sebeplerden dolayı Osmanlı Devleti önce iç, daha sonra da dış borçlanma yoluna gitmek zorunda kaldı.

Borçlar önceleri Galata'daki Ermeni, Yahudi, Rum asıllı bankerlerden sağlandı. Kırım Savaşı sırasında da Avrupa'da sermaye piyasalarına başvuruldu.

Osmanlı Devleti'nin bütçe açığı 1844'de önemli sayılmayacak bir açık gösterirken, 6 yıl sonra bütçe açığı 294.280.000 akçeye çıktı. Bu açık 1874 yılında 5.000.000 altın liraya, yani devletin bütün gelirinin % 25'ine vardı. Düyun-ı Umumiye'nin başlangıcı olan 5.000.000 İngiliz liralık bir borçlanmanın yapılmasında Osmanlı Rus Savaşı'nda etkili oldu. Osmanlı maliyesi İngiltere ve Fransa kamuoyunun Osmanlılar safında bulunmasından yararlanarak, karşılık olarak gösterdiği 60.000 keselik yani 300.000 liralık Mısır ili yıllık vergisiyle, Londra'da Palmer ve ortaklarından, Paris'te Goldschmid ve ortakları firmasından ilk borçlanmayı yaptı. İlk borç 5.000.000 üzerinden 2.000.000 İngiliz altını idi. Borç süresi 15 yıl olup, bunun Osmanlı hesabıyla tutarı 11 altın 10 İngiliz parası hesabıyla 3.300.000 lira ediyordu. Komisyon ve öteki giderler çıkınca hazineye giren para 2.286.285 lira oldu. Bu para Kırım Savaşı'nın giderlerine yetmediğinden 27 Haziran 1855'de 5.000.000 liralık ikinci borçlanma yapıldı. Bunları 5.000.OOO'lık 1858 ve 400.000.000 franklık Mires firması borçlanması takip etti. Bu sırada hükumetin iç borçları 18 000.000 altın liraya varmış bulunuyordu. Bu iç borçlarda dolaylı olarak Londra ve Paris bankerlerine dayanmaktaydı. Hükumet iç borçlarını ödeyemediği takdirde bunun etkisi Londra ve Paris borsalarında görülecekti. Bunun üzerine borçlanma hususunda İngiltere hükumetinin yardımı istendi. Buna karşılık olarak İngiltere hükumeti:

1-Yabancılara, Osmanlı hükumetine ait emlaki satın alma ve kiralama hakkının tanınmasını,

2-Bu emlakin rehin gösterilmek suretiyle tahvil çıkarılmasını,

3-Vakıfların kaldırılmasını,

4-Osmanlı maliyesinin milletlerarası bir kuruluşun denetimine bırakılmasını şart koştu.

Osmanlı İmparatorluğu'nun mali bağımsızlığını sarsacak nitelikteki bu şartlar kabul edilmeyerek; Parisli banker Mirees ile 400.000.000 franklık bir borç antlaşması yapıldı. Ancak bankerin tutuklanması üzerine bu sözleşme feshedilmiş oldu.

Abdülaziz devrinde yapılan 200 'er milyon franklık 1862 ve 1863 borçlanmaları, kaimelerin ve iç dalgalı borçların ödenmesinde kullanıldığından olumlu bir değer taşır. Fakat bundan sonraki borçlanmalar daha önceki alınan borçların faizlerini ödeyebilmek için yapıldığından Osmanlı maliyesini bir kat daha kötü duruma soktu. Böylelikle 1865, 1865 I. tertip genel borçları 1869, 1870 Rumeli demiryolları borçlanması, 1871, 1872, 1873, II. tertip genel borçları, 1874 III. tertip genel borçları olmak üzere 12.712.020 lira safi bedel karşılığında 238.773.272 altın liralık borç yapılmış oldu. Bunlardan sadece 1870 Rumeli demiryolları istikrazı, bayındırlık hizmeti için alındığından değer taşırsa da, diğerlerinin bu anlamda bir özelliği de yoktu.

Böylece 1874 yılına kadar 20 yıl içinde 15 borçlanma yapıldı. Ve komisyon, faiz vb. masraflar çıktıktan sonra 239 milyon liraya yakın borca karşılık ele geçen 127 milyon lira oldu. 1874-1875 yılı Osmanlı bütçesi ise 13.200.000 dış borçlar mürettipleri, 17.000.000 dalgalı borçlara karşılık 25.104.958 lira idi.

Osmanlı hükumeti daha 1865'te borçlarının faizlerini ödeyemez duruma düşmüştü. Bir süre yeni kurulan Osmanlı Bankası'nın desteği, Osmanlı maliyesini iflastan kurtarmıştı.

1875 mali yılında programsız, plansız yapılan borçlanmalar yüzünden iflas kendini gösterdi. 1875 taksitleri yine Osmanlı Bankası'nın avanslarıyla kapatıldıysa da hükumet 10 Ekim kararnamesiyle bunu açıklayarak iflası kabul etti. Bu kararnameler Ramazan ayında yayınlanan bir kanunla onaylandığından bunlara " Ramazan Kararnameleri" denir. Hükumet dış ve iç borçlarında gerek ödemeyi gerek faizleri % 50 düşürdüğü halde, yine de sözleşmelerin gereğini karşılayamadı. Bunun sonucunda tahvillerin fiyatı düştü. Altının fiyatı 235 kuruştan 900 kuruşa fırladı. Öte yandan bankalarda büyük krizler kendini gösterdi. Credit Ottoman General, İstanbul Bankası, Kambiyo Osmanlı Şirketi ve Osmanlı Bankası büyük zararlara uğradı. Bir yandan paranın değeri düştüğünden Osmanlı bütçesindeki açık daha da büyüyordu.

Böylece Osmanlı Devleti'ni mali kontrol altına alacak ortam doğmuş oluyordu. Avrupa devletleri, vatandaşlarının haklarını güven altına almak için, genellikle mali kontrolü esas tutan çeşitli ödeme planları ileri sürdüler. Bu teklifler Osmanlı hükumetince reddedildi. Bununla birlikte 10-22 Kasım 1879 kararıyla pul, tütün, içki, ipek, av, tuz resimlerinin gelirleri 10 yıl süreyle Galata bankerlerine bırakılarak başına Fransız Hamilton Long'un getirildiği "Rüsum-ı Sitte" idaresi kuruldu. İstanbul bankerlerine verilen bu imtiyaz, dış borçların sahiplerini de harekete geçirdi. Fransız ve İngiliz hükumetleri protesto ettiler. İş siyasi bir müdahale şeklini alınca Osmanlı hükumeti 1880'de yayınladığı bir notayla kupon sahiplerine "Rüsum-ı Sitte" idaresi yerine seçecekleri bir bankayı kabul ediyor, bankanın altı geliri yönetmesini ve Osmanlı Düyun-ı Umumiye'sinin ödemesini uygun buluyor, sadece genel denetleme hakkını elinde bulundurduğunu bildiriyordu. Borçlar içinse % 8 olarak dondurulmuş bulunan gümrük resminin yükseltilmesi mümkün olduğu takdirde elde edilecek gelir fazlasıyla, temettü vergisinde görülecek gelir fazlasının, Doğu Rumeli eyaletinin gelirini, Kıbrıs Adası ile Bulgaristan emaretinin yıllık gelirlerini ve devlet gelirlerindeki artışları karşılık gösteriyordu.

Bu temel ilke üzerinde Server Paşa'nın başkanlığında başlayan görüşmeler Eylül- Aralık 1881 arasında devam etti. Kupon sahiplerinin ortaya attığı uluslararası komisyon reddedildiyse de, kupon sahiplerinin seçeceği temsilcilerden meydana gelen bir Düyun-ı Umumiye Meclisi kabul edildi. "Rüsum-ı Sitte" yeni meclise bırakıldı. Alacakların ana parasında da önemli indirimler yapıldı. Böylece Osmanlı borçlarının yönetimi yeni bir şekle sokuldu. Osmanlı hükumeti bu durumu 28 Muharrem 1299 tarihli kararnamesiyle onayladı. Bu kararnameyle Osmanlı maliyesi içerisinde ayırıcı ve özel bir yönetimin doğması kabul ediliyordu.

Düyun-ı Umumiye idaresi: Düyun-ı Umumiye-i Osmaniye Meclisi İdaresi, 7 üyeden oluştu. Bu üyelerden birisini İngiliz ve Hollandalı alacaklılar, birisini Fransız alacaklılar, birisini Alman alacaklılar, birisini İtalyan, birisini Osmanlılar ve öncelikli alacaklılar için de bir temsilci ayrıldı. Üyelik süresi 5 yıldı. Üyeler yılda 2000 İngiliz lirası maaş alıyorlardı. İstanbul'da oturanlara da 1200 İngiliz lirası maaş verildi, öncelikli alacaklılar temsilcisinin 500 İngiliz lirası huzur hakkı vardı. Başkanlık 5 yıl süreyle İngiliz, Fransız temsilcilere ait bulunuyordu. Onların yokluğunda en yaşlı üye başkanlık ederdi.

Meclisin görevi, idareye tahsis edilen gelirin toplanması ve idaresiydi. Yönetim giderleri çıktıktan sonra kalan para, borç taksitlerine dağıtılacaktı. Meclis, mali yıl başından iki ay önce gelir, masraf ve ödemeleri gösteren bütçesini Osmanlı Maliye Nezareti'ne teslim ederdi. Bu bütçe hükumetçe onaylandıktan sonra Osmanlı bütçesine katılırdı. Osmanlı hükumeti idareyi bir komiser ve sayıları belirsiz müfettişleriyle kontrol eder; meclis görüşmelerine katılan komiser istişari oy kullanırdı. Komiserin maaşını idare, müfettişlerinkini Maliye Nezareti karşılardı. Hükumetle idare arasındaki anlaşmazlıkları tarafların kabul edeceği 4 hakem giderirdi. Hakemlerin kararı kesindi.

Muharrem Kararnamesi'yle kurulan Düyun-ı Umumiye idaresinin bir devletler hukuku veya iç genel hukuk anlaşması olup olmadığı konusundaki tartışma kesin bir sonuca varmamıştır. Ancak bu kuruluşla Osmanlı genel borçları düzensizlikten kurtulmuş, faiz hadleri her ne kadar düşürülmüşse de, düzenli ve sağlam ödemelere bağlanmış olduğundan alacaklıları memnun etmişti. Öte yandan ayrılan gelirleri toplamak için özel teşkilat kurması, devletin güvenlik kuvvetlerinin bu teşkilat emrine girmesi, özel ve gizli müfettişler kullanabilmesi, memurlarının Osmanlı memurlarının özlük haklarına sahip olması, Osmanlı Devleti'nin bağımsızlığıyla güç bağdaşır bir durum ortaya koydu.

Osmanlı hükumeti Düyun-ı Umumiye İdaresi'nin kuruluşundan sonra da mali sıkıntısını geçiştirmek için borçlanmaya gitti. Ancak bu dönemdeki borçlanmaların önemli bir kısmının demiryolu, liman ve dok gibi yatırımlar için yapılmış olması birinci dönemdeki borçlanmalarla bunları ayıran başlıca özelliktir. Bunlar 1886 gümrükler, 1888, 1890, 1891, 1893, 1894 Şark şimendiferleri, 1896, 1902, 1903 Bağdat demiryolu, 1904,1905 Anadolu şimendiferleri, 1908 II. Bağdat borçlanmalarıdır.

II. Meşrutiyet döneminde de dış istikrazlar devam etti. Bunlar 1909, 1910 Soma-Bandırma demiryolu, 1911 Hüdeyde-San, 1913 Konya Ovası sulama, 1913 doklar, 1914 savaş borçlanmalarıdır. 1903 tarihinde Düyun-ı Umumiye, eski borçları tek bir kalemde toplayan bir tertibe alınmıştı. Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesi sırasında iç ve dış krizler devam ederken, ödemeler 1914 yılına kadar düzenle yürütüldü. Birinci Dünya Savaşı sırasında Düyun-ı Umumiye Meclisi İngiliz ve Fransız üyeler olmadığı halde göreve devam etti. Osmanlı Devleti savaşa katılınca İngiliz, Fransız, İtalyan, Rus ve bazı alacaklıların taksitlerinin ödenmesi durduruldu. 1920'de ödeme yasağı kaldırılınca toplanan gelirlere etkisi görülen para değeri düşmüş olduğu halde birikmiş taksitlerin ödenmesine bir dereceye kadar çalışıldı.

Ancak Anadolu'da kendini gösteren milli ayaklanma ve Atatürk'ün başkanlığında kurulan yeni Türk devletinin TBMM hükumeti, bütün gelir kaynaklarına bu arada Düyun-ı Umumiye idaresine bırakılan gelirlere de el koyunca, ödemeler yeniden durdu.

Kurtuluş Savaşı'nı bir kuruş borç almadan zafere ulaştıran TBMM hükumeti, Lozan barış masasına oturduğu zaman imparatorluğa ait borçlarla karşılaştı. Konferansta borçlar konusunda uzun tartışmalar oldu. Osmanlı genel borçlarının 1912-1913 Balkan Savaşı sonunda imparatorluk topraklarından pay alan Balkan devletleriyle Lozan Anlaşması’nın sonucu olarak Asya'da meydana gelen yeni devletler arasında bölüşülmesi kabul edildi. Böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun borçları onun mirasına oturan bütün devletlere bir oran içinde bölünmüş oluyordu. Varılan anlaşmaya göre Osmanlı borçları:

1-7 Ekim 1912'den önce yapılan borçlar, Balkan Savaşı sonunda Osmanlı İmparatorluğu'ndan toprak kazanan devletler arasında,

2-1 Kasım 1914'e kadar yapılan borçlanmalarsa Lozan Antlaşması ile Asya'da doğan devletler arasında bölüşecekti. Böylece İtalya 17 Ekim 1922 tarihinden, Yunanistan 14 Kasım 1913 tarihinden başlayarak Osmanlı borçlarına katılmak zorunda kalıyordu. Asya'da kurulan devletler 1 Mart 1920'den sonra Düyun-ı Umumiye'ye katılmış oluyorlardı.

3-Borçları yüklenen devletler, Türkiye ile birlikte hisselerine düşen birikmiş borçları faizsiz olarak, anlaşmanın yürürlüğe girdiği tarihten başlamak üzere

20 yılda ödemeyi üzerlerine alıyorlardı. Türkiye'nin daha önce ödediği paralar ise, bu memleketin birikmiş müretteplerine mahsus edilecekti.

4-Bu anlaşmaya Kıbrıs Adası alınmamıştı. Buna sebep de bu adanın yıllık kira gelirinin fazlasının 1855 borçlanmasına ayrılmış bulunması idi. Mısır ise 1855, 1891 ve 1894 borçlanmalarını yalnız başına ödemekte olduğundan ve bu borçlar Mısır'ın kendi Düyun-ı Umumiye'ye katılmış bulunduğundan Osmanlı borçlarından ayrı tutulmuştu. Borçların bölünmesinde devletlerinden aldıkları toprakların gelir oranı göz önüne alındı. Buna göre her devlete düşen hisse şöyledir:

Türkiye 84.597.495

İtalya 243.200

Arnavutluk 1.633.233

Bulgaristan 1.776.354

Yunanistan 11.054.534

Yugoslavya 5.435.597

Suriye-Lübnan 11.108.858

Filistin 3.284.429

Ürdün 733.610

Irak 6.772.142

Necit 129.150

Hicaz 1.499.518

Yemen 1.182.104

1928 tarihinde yapılan anlaşma sonucu olarak eski Düyun-ı Umumiye-i Osmaniye Meclisi idaresi ortadan kaldırılarak, onun yerine Paris'te "Düyun-ı Muvahhede" ve "İkramiyeli Türk Tahvillerinden başka Eski Osmanlı İmparatorluğu'nun Taksime Uğrayan Düyun-ı Umumiyesi Borçlanmalarının Kupon Sahipleri Meclisi" kısaca "Hamiller Meclisi" adı altında 3 Fransız, 2 Alman, 1 Belçikalı üyeden meydana gelen yeni bir idare kuruldu. Bu meclis eski bütün memurları Türkiye Cumhuriyeti'ne devrettiği gibi, bunların zimmet ve matlupları ile ilgisini de kesecekti. Ayrıca Türkiye'deki bütün taşınır taşınmaz mallarını hükumete bırakacaktı. Meclis, Ouchi Antlaşması'yla Türkiye'ye verilecek olan 50.000.000 lireti, Trablusgarp Düyun-ı Umumiyesi'ni ve Muharrem Kararnamesi'yle meydana gelen sermayeden Türkiye hissesini paraya çevirerek Türkiye hesabına kaydedecekti. Yeni meclisle Türkiye hükumeti hiçbir aracı olmadan karşı karşıya bulunmak zorundaydı. Anlaşmazlıklar 1928 anlaşmasında kabul edilen esaslara göre çözümlenecekti. Bu anlaşma, TBMM tarafından 1 Aralık 1928 tarihinde onaylandı. Düyun-ı Umumiye idaresi böylece Türkiye maliyesinin bağımsızlığına gölge düşüren bir kuruluş olmaktan çıktı.

1933 yılında Osmanlı borçları yeniden gözden geçirildi ve Türkiye'ye düşen hisse, ayrı bir borç haline getirildi. Bu borç için ayrı tahvillerin çıkarılması kabul edildi ve 8.573.343 altın lira olarak tespit edildi. Bundan sonra T.C. hükumetleri Osmanlı borçlarını her yıl düzenli bir şekilde ödemeye devam etti. Erken ödemelerle ve satın almalarla 24 kalemdeki Osmanlı borçlarını 1944'ten sonra 10 yıllık dönemde, 25 Mayıs 1954 tarihinde büsbütün kapadı. Böylece genç Türkiye 1924, 1928 ve 1933 tarihlerinde kabul ettiği ilkeleri uygulayıp; verilen süreden 29 yıl önce ödemeleri tamamladı, İtalya 1926'da, Filistin 1928'de, Suriye ve Lübnan 1933'te, Irak 1934'te, Ürdün ve Maan 1945'te, Yugoslavya 1958-1960'te, Bulgaristan 1955'te borçlarını ödeyip hesaplarını kapattı. Buna karşılık Yunanistan, Suudi Arabistan (Hicaz, Necit, Asir) Arnavutluk ve Yemen devletleri borçlarından hiçbir ödemede bulunmadılar.
 

DÖMEKE MEYDAN SAVAŞI

Osmanlı-Yunan savaşı içerisinde, Dömeke dolaylarında yapılan meydan savaşı (18 Mayıs 1897).

Yunanlıların Girit'i ve bazı toprakları almaya kalkması üzerine, Osmanlı Devleti Yunanistan'a savaş açtı. Osmanlı ordusuna Müşir Edhem Paşa, Yunan ordusuna da Prens Konstantin komuta ediyordu. Çavuşboğazı, Dömeke. Ermiye hattında savunmaya geçen Yunan kuvvetlerine saldıran Osmanlı ordusu, Yunanlıları Dömeke'den çıkmaya zorladı. Geri çekilen Yunan kuvvetleri Lamya'nın kuzeyinde Otris dağlarında tutunmaya çalıştı. Osmanlı ordusu saldırısını sürdürerek, Yunanlıları Furka derbendini savunmaya zorladı. Ancak bu direnme çok sürmedi. Osmanlı ordusu bu kesimde tutunmaya çalışan Yunan kuvvetlerini mevzilerinden söktü. Yunanlılar, Lamya ovasından Termopil'e doğru üç koldan bozgun halinde çekilmeye başladılar. Yunan ordusu, Termopil geçidi önünde yenilgiyi kabul edince barış görüşmelerine başlandı. Ermiye harekatı ve Epir cephesindeki harekat da başarıyla sonuçlandığından Osmanlı-Yunan savaşı kesin olarak kazanılmış oldu.
 

DUACI ÇAVUŞU

Osmanlı saray teşkilatında divan çavuşlarından selam görevinde bulunanlar için kullanılan bir unvandır.

"Selam Çavuşu" da denilirdi. Görevi, alaylarda padişah ve sadrazam ata biner ve inerken alkışlamaktı.

Bu alkışa bütün çavuşlar hep birlikte hu diye mukabele ederlerdi. Duacı Çavuşu, yeniçerilere ulufe verildiğinde teşrifat işleri ile meşgul olur, selam taşı yanında durarak sadrazamla Yeniçeri Ağası ve diğer divan üyelerinin selamını alırdı.

Bayram münasebetiyle arife günü ikindi ezanından sonra başlayan törenin sonunda Duacı Çavuşu nazım ve nesri dua eder, çavuşlar amin derlerdi. Yaptığı dua için Duacı Çavuşa hediyeler verilirdi.
 

DÜZMECE MUSTAFA (MUSTAFA ÇELEBİ) OLAYI

Yıldınm Bayezid'in oğlu olan Mustafa Çelebi, babasının mirasından hak iddia ederek iktidardaki kardeşi Çelebi Mehmed ve yeğeni II. Murad'a karşı baş kaldırdığından Düzmece, Ca'li, Nabedid lakaplanyla anıldı.

Ankara Savaşı'na babasının yanında, Hamit ili ve Teke Sancağı kuvvetleriyle katılan Mustafa Çelebi, bozgundan sonra Timur'a esir düştü. Timur Anadolu'dan giderken, Mustafa Çelebi'yi de Semerkant'a götürdü. Timur'un 1405'te ölmesi üzerine burada toplanan hükümdarlarla birlikte serbest bırakıldı. Anadolu'ya dönen Mustafa Çelebi Karamanoğulları Beyliği'ne bağlı olan Niğde'ye geldi. Osmanlı Devleti'nin düşmanlarından İsfendiyar Bey'le ilişki kurup Kastamonu'ya geçti. Buradan Bizans'a, Macaristan'a, Sırbistan'a ve Venedik'e adamlar göndererek girişeceği ayaklanmada dostlar kazanmaya çalıştı.

1416'da Eflak'a giden Mustafa Çelebi, Rumeli'deki Osmanlı komutanlarıyla ilişki sağladı. Niğbolu muhafızı Cüneyt Bey'den her türlü yardım vaadini aldı. Gördüğü yardımlarla Edirne'yi ele geçirip; burada padişahlığını ilan etti. Çelebi Mehmed'in üzerine geldiğini haber alınca Teselya'ya çekildi. Kardeşi karşısında yenilince de Selanik'e sığındı. Edirne'de adına para bastırmayı da ihmal etmeyen Mustafa Çelebi, Bizans İmparatoru Manuel'in Çelebi Mehmed'le anlaşmasıyla Limni Adası'nda, Çelebi Mehmed ölünceye kadar salınmamak şartıyla muhafaza altına alındı.

Çelebi Mehmed'in ölümünden sonra II. Murad'ın tutumu sebebiyle Bizans Osmanlı ilişkileri bozulunca, Manuel Leontarios aracılığıyla Mustafa Çelebi'yi serbest bıraktırdı ve onun Gelibolu'ya çıkmasını sağladı. Çevredeki kasaba ve köyler Mustafa Çelebi'yi kabul ettilerse de, Gelibolu Muhafızı Şah Melik Bey kaleyi teslim etmedi. Öte yandan Mustafa Çelebi, özgürlüğüne karşılık olarak Gelibolu dahil olmak üzere Karadeniz ve Ege Denizi kıyılarını Bizans'a bırakmayı vaad etmişti. Ancak onunla birleşen Rumeli komutanları bu vaade katılmadılar. Böylece Mustafa Çelebi, İmparatorun desteğini kaybetti. Gelibolu kuşatmasını Cüneyt Bey'e bırakarak Aynaroz'a geçti. Burada Rumeli'nin akıncı beyleri; Turhan Beyoğlu, Evrenosoğlu, Gümlüoğlu'nu yanına aldı. Buradan Vardar Yenicesi'ne ve Serez'e gelen Mustafa Çelebi adına ikinci defa para bastırdı ve Edirne'ye erişmenin yollarını aramaya başladı. Öte yandan II. Murad'ın veziri Bayezid Paşa, imparatorun düşmanlığına önem vermeyerek; Anadolu Hisarı'nda boğazı geçerek Edirne'ye geldi. Rumeli kuvvetlerini toplayarak, Sazlıdere'de Mustafa Çelebi'yi beklemeye başladı. Osmanlı ordusu, beylerine karşı, onun kölelerinden biri olan Bayezid Paşa'nın emriyle savaşa girmeyi kabul etmedi. Ordu karşı tarafa geçince Bayezid Paşa da ona katılmak zorunda kaldı. Mustafa Çelebi Bayezid Paşa'yı öldürttü. Ve törenle Edirne'ye girdi. Mustafa Çelebi Gelibolu Kalesi'ni güçlendirdikten sonra, yeğeninin Cenovalılarla yaptığı antlaşmadan telaşlanarak 12.000 sipahi ve 5.000 yaya ile Anadolu'ya geçti. Cenevizlilerin karşı durmasına aldırmayarak Lapseki'ye geldi.

Mustafa Çelebi'nin ilerleyişini durdurmak üzere Ulubad köprüsü yıktırıldı. II. Murad üzerine yaptığı bir saldırıda Yeniçeriler tarafından durduruldu. II. Murad savaş yerine propagandayla başarıya ulaşmayı denedi. Musa Çelebi'nin beylerbeyi olduğu için Tokat Kalesi'ne hapsedilmiş olan Mihaloğlu Mehmed Bey Rumeli Beylerbeyliğine atandı ve onun Rumeli askeri üzerindeki etkisinden faydalanıldı. Cüneyt Bey de İzmir Beyliği verilerek tekrar elde edilince, Mustafa Çelebi yüzüstü kaldı. Biga üzerinden Gelibolu'ya geçti ve Boğazdaki geçişi durdurdu. Onu izlemekte olan II. Murad, Cenovalıların yardımıyla Rumeli kıyısına çıktı. Mustafa Çelebi onu da durdurmaya çalıştıysa da başarı sağlayamadı. Bu durum karşısında Bolayır üzerinden Edirne'ye çekildi.

Herkesin kendisinden yüz çevirdiğini görünce, hazinesini alarak Eflak'a kaçmak istedi. Ancak kendi adamları tarafından Kızılağaç Yenicesi'nde yakalandı. Edirne'ye getirilerek sözde Osmanlı ailesinden olmadığı için sıradan bir suçlu gibi Edirne Kalesi'nde bir burca asıldı(1422).
 

DOKSANÜÇ SAVAŞI (1877-1878)

Osmanlılarla Ruslar arasında Rumi 1293 yılında Balkanlar'da ve Kafkas cephesinde yapılan savaş (1877).

Rusya, Boğazları ele geçirerek, Akdeniz'e açılmak istiyordu. 1870-1871 Alman-Fransız savaşından faydalanarak Paris Antlaşması'nın Karadeniz hakkındaki maddelerini tanımadığını bildirdi. Hersek'te başlayan ayaklanma üzerine, Osmanlı Devleti’ne karşı diplomatik baskıya girişti. Sırp isyanına yardım etti.

Paris Antlaşması'nı imzalayan devletlerle İstanbul Konferansı toplandı (19 Aralık). Hızla hazırlanan anayasanın kabul edilmesi üzerine konferansa gerek

kalmadığı belirtilerek ileri sürülen ağır şartlar reddedildi. Meclis de kararı onayladı (18 Ocak 1877). Bu durumu kabullenmeyen Karadağ, Bosna, Hersek ve Bulgaristan'da üzerindeki taleplerini gerçekleştirmek için şartları uygun görüp, Balkanlar'dan ve Kafkasya'dan iki cephe halinde saldırıya geçti (24 Nisan 1877).

Osmanlı ordusunda 580 piyade taburu, 147 süvari bölüğü ve 143 batarya seferber edildi. Böylece asker sayısı 425.000, top adedi de 858'i buldu. Toprakların genişliği yüzünden Ruslara karşı Doğu cephesinde 83.000, batıda 116.500 kişi olmak üzere toplam olarak 200.000 kişilik bir kuvvet kullanılabildi. Savaş başladığı sırada ordu mevcudu; 490.000 kişiydi. Sayı bakımından büyük görünen Osmanlı ordusunun eğitimi zayıf, lojistik teşkilatı yetersizdi. Buna karşılık Rus ordusu, 27 piyade tümeni, 3 avcı tugayı, 10 süvari tümeni, 2 köprücü taburu ve 23 Kazak alayından kurulmuştu. Piyade tümenleri 12'şer taburlu süvari tümenleri de 18'er bölüktü. Piyade tümenlerinde 48'er süvari tümenlerindeyse 12'şer top bulunmaktaydı. Geniş bir bölgeye yayılmış olan bu ordunun Osmanlı Devleti'ne karşı ancak 160.000 kişi kullanıldı. Sonradan Romanya da 100.000 asker ve 180 toptan ibaret kuvvetleriyle Rusların yanında savaşa katıldı.

Balkan cephesi 24 Nisan sabahı sınırı aşarak ilerleyen Rus Tuna ordusu, Tuna Nehri'ne doğru ilerledi, Tuna'yı geçti.

İstanbul'da savaş meclisi kuruldu ve 7 Temmuz'da verilen emirle Batı Tuna Ordusu stratejik önemdeki Plevne'yi tuttu, Doğu Tuna ordusu da saldırmakla görevlendirildi.

General Gurko emrindeki merkez kolu öncüsü, Balkan dağlarını aşıp İstanbul'a yürümek üzere Tirnovo'dan Şipka geçidi doğrultusunda ilerledi. Bu geçide yaptığı saldırı başarı vermedi. Buna karşılık Hainköy geçidinin serbest olduğunu Bulgarlardan öğrenerek buradan Balkanlar'ı aştı (13 Temmuz) ve Şipka geçidini arkadan zorladı. 18 Temmuz'da da başarısızlığa uğrayan Gurko, eski Zağra ve yeni Zağra üzerine savaşmaya giderken, Hulusi Paşa'da Filibe doğrultusunda çekildi.

Dedeağaç'a inen Müşir Süleyman Paşa kuvvetleri, 26 Temmuz'da Karapınar'da toplandı. Balkan ordusu komutanı Rauf Paşa elindeki kuvvetlerle saldırarak, General Gurko kuvvetlerini eski Zağra'da yendi (31 Temmuz).

General Krodner emrindeki Rus sağ kanadı 35.000 kişilik kuvvetle Hasan Paşa'nın kurduğu Niğbolu kalesine saldırdı (15 Temmuz). İkinci günü Osmanlı ordusu savaşmadan 10.000 kişilik kuvvetle teslim oldu. Müşir Osman Paşa aldığı emirle 13 Temmuz'da, kuvvetleriyle Vidin'den Plevne'ye doğru hareket etti. 190 km.'yi 7 günde alarak, General Krodner'den önce Plevne'ye vardı. Aynı gün (19 Temmuz) öğleye doğru Ruslar da Plevne önüne geldiler. Rusların I. Plevne saldırısı ile başlayan bu harekat Rusları 5 ay yerinde tuttu.

Müşir Mehmed Ali Paşa'nın yönetimindeki orta az bir kuvvetle başarılı bir çıkış yaptı (22, 23, 30 Ağustos ve 5 Eylül) Rusları Yantra bölgesine çekilmeye zorladı. Bulundukları dört kale bölgesinde Ruslar telaşa düştüler. Rus cephe komutanı, üç Osmanlı ordusunun arasında bulunmaktan kaygılıydı. Bir yandan Ukrayna'dan yedek ordusunu getirtirken, bir yandan da Romanya prensinden yardım istedi. 3 piyade ve 1 süvari tümeninden meydana gelen Romen ordusu, Niğbolu'dan Tuna'yı geçip Plevne'ye çıktı. Ağustos ve Eylül ayları Müşir Mehmed Ali ve Süleyman paşalar arasında Ruslara ne yolda saldırabileceği konusundaki yazışmalarla geçti. Bu arada Süleyman Paşa, Hainköy geçidinin açık olmasından faydalanarak Şipka'ya saldırılar düzenledi (20, 26 Ağustos).

Tuna Cephesi Komutanlığı'na atanan Müşir Süleyman Paşa, 3 Ekim'de komutayı ele alarak 2 ay süren hazırlıklara girişti. Plevne'ye yardım için Aralık başında Tırnova doğrultusundan genel saldırı başlatıldı. Deli Fuad Paşa, Elena'da bir Rus müfrezesini yendiyse de bu başarıdan yararlanamadı. Çünkü Rauf ve Süleyman Paşalar hareketsiz kaldılar. Ruslar, Balkanlar'ı geçmek için gerekli kuvvetlerine sahip oldukları halde, direnen Plevne'yi arkalarında bırakarak ilerlemeye cesaret edemediler. 10 Aralıkta Plevne'nin düşmesiyle bu imkan doğdu. Mevsim kış olmasına rağmen Ruslar, Balkanlar'dan hızla ileri harekata başladılar.

Süleyman Paşa, kuvvetlerinden bir parçayı dört kalede bırakarak Balkan Dağları'nın güneyine geçti. Çerkez Rauf Paşa'nın sultana yaptığı etkiyle, savaş meclisi Süleyman Paşa kuvvetlerini Şipka, Edirne ve Sofya'ya dağıttı. Sırp ordusu Niş'ten Bulgar sınırına doğru ilerledi. Rusların Skobelev kolu orta Balkan dağlarını zorlarken Plevne'den serbest kalmış olan General Gurko, 3 Ocak'ta Sofya'yı aldı. Kapılı derbent geçidinden Batı Balkan Dağları'nı geçerek Sipka'ya geldi. Süleyman Paşa çekilme emrini verdiği halde Harbiye Nazın Rauf Paşa'nın direnmesiyle Veysel Paşa kolordusu Şipka geçidinde 25.000 kişilik kuvvetiyle teslim almak zorunda kaldı (10 Ocak 1878). Böylece Edirne'ye çıkan geri yol Ruslarca kesilmiş oldu. Süleyman Paşa 35.000 kişilik kuvvetleriyle Kavala'ya oradan da gemilerle İstanbul'a çekildi.

Filibe 17 Ocak 1878'de, Edirne 20 Ocak'ta Rusların eline geçti. Son savunmayı gerçekleştirmesi için Çatalca savunma hattı komutanlığına getirilen Müşir Gazi Ahmed Muhtar da bir şey yapamadı.

Kafkas Cephesi:

Bu cephenin harekat alanı, Erzurum ve Kars kaleleriyle, Van-Beyazıt, Ardahan ve Batum'u kapsıyordu.

Müşir Ahmed Muhtar Paşa, cephe komutanlığına getirildi. General Melikov komutasındaki Rus kuvvetleri Kutais, Ahıska, Gümrü ve Erivan'da toplanarak Kars ve Erzurum'a doğru ilerledi.

Ahıska grubu, Ardahan'a ilerledi. Kars'tan gelen yardımla Ardahan'ı aldı.. Ardından Kars, Sarıkamış, Beyazıt'ı alarak Hasankale doğrultusunda yürüdü.

Ahmed Muhtar Paşa, önce Rus güney grubu üzerine yönelerek, bu kuvveti Eşekilyas'ta yendi (25 Haziran). Ardından Rus orta kolu Zivin'de yenilgiye uğratıldı (28 Haziran), Kars Kalesi kurtarıldı (8 Temmuz), Gümrü'ye çekilen ve geri dönen Ruslar, Yahniler'de bir daha yenilgiye uğratıldı (26 Temmuz). Ruslar toparlanıp yeniden ilerleyince Gedikler meydan savaşı kazandırdı (24, 25 Ağustos). Bu zafer üzerine Müşir Ahmed Muhtar Paşa'ya gazilik şanı verildi.

Rus Kafkas Cephesi Komutanlığı'na atanan Prens Mihail Nikolaeviç, yeni kuvvetleriyle Kars'a doğru ilerlemeye başladı. Gazi Ahmed Muhtar Paşa 7000 esir vererek önce Kars'a oradan da Zivin bölgesine çekilmek zorunda kaldı.

Kars'ın 18 Kasım'da düşmesi üzerine, Erzurum Kalesi'ne çekilen Osmanlı kuvvetleri bu bölgede savaşın sonuna kadar savaştı. Söz konusu savaşlar, sonucu etkileyebilecek boyutlarda değildi. Avusturya'nın Rusya'ya karşı hazırlığa başlaması, İngiliz filosunun da Beşike Limanı'na gelmesi üzerine Edirne Antlaşması imzalandı (31 Ocak 1878). 9 ay 7 gün süren savaş noktalanmış oldu. Bu antlaşma gereğince Çatalca önlerine kadar gelen Ruslar, İngiliz filosunun İstanbul'a gelmesi üzerine Osmanlıları Yeşilköy'e inerek "Ayastefanos Antlaşması’nı imzalamaya zorladılar (3 Mart 1878). Antlaşma şartlarının ağırlığı yüzünden Avusturya ve İngiltere karşı çıktı. Romanya'da hoşnutsuzluğunu belirtti. Dolayısıyla bu antlaşma yürürlükten kaldırılarak Berlin Antlaşması imzalandı (13 Temmuz 1878).

Savaşın kaybedilmesiyle imzalanan antlaşma, Osmanlı İmparatorluğu'nun en ağır şartları taşıyan antlaşmalarından biridir. Önemli toprak kaybına sebep oldu. Ayrıca Rusların Doğu Anadolu'da genişleme isteğinde bulunabilecekleri düşüncesiyle, İngiltere'nin üs kurmak üzere, Kıbrıs Adası'na girmesine rıza gösterildi.
 

 

 

 
FACEBOOK
 
Facebook'ta Paylaş
GOOGLE
 
 
Bugün 107 ziyaretçi (182 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol