E

EBUSUUD EFENDİ (1490-1573)

Osmanlı şeyhülislamlarından olup İbni Kemal'den sonra Osmanlı düşünce ha-yatının en parlak kişisidir.

1490'da İskilip'te doğdu. Babası "hünkar şeyhi" diye tanınan Muhyiddin Muhammed el- İskilibi'dir. El-İmadi lakabını dedesi Mustafa el-İmadi'den almıştır. Ailesi ünlü bilgin Ali Kuşçu'nun soyundan olup, Fatih devrinde Türkistan'dan gelerek İskilip'e yerleşmiştir,

Ebussuud Efendi öğrenimini önce babasından sonra da Müeyyedzade Abdurrahman ve Mevlana Karamani'den yaptı. Daha öğrencilik yıllarında Sultan II. Bayezid'in dikkatini çekerek, kendisine günde 30 akça çelebi ulufesi verildi. Öğreniminin son devresinde öğretmeni Karamanlı Seyyidi Efendi'nin kızı Zeynep Hanım'la evlendi. İlk görevi, İnegöl'de İshakpaşa Medresesi müderrisliği oldu.

1520'de buradan ayrılarak Davutpaşa Medresesi'ne sonra Mahmutpaşa (1522) ve Gebze'de Çoban Mustafapaşa Medresesi'ne geçti (1525). 1526'da Bursa Sultaniyesine sonra Sahn-ı Seman'a (1528) müderris oldu. 1533'de Bursa ve İstanbul kadılıklarında ve 1537'de de Rumeli Kazaskerliği'nde bulunan Ebussuud Efendi 1545'de şeyhülislamlığa getirilerek ölünceye kadar bu görevde kaldı (18 yıl).

Ebussuud Efendi meslek hayatının her devresinde toplum düzenini koruyarak Osmanlı Devleti'nin temelini sarsacak her türlü ileri ya da geri akımlara karşı tavır alarak tüm bilgi ve otoritesini bu yolda kullanmıştır. Gelenek ve görenekleri şeriat hükümleriyle birleştirmeyi başararak devlet otoritesinin güçlenmesinde önemli rol oynamıştır. Kanuni devrinde hazırlanan yeni kanun-namelerde geleneğin şeriate uygulanmasının örneklerini vermiştir. Kazaskerliği sırasında eğitim ve öğretim sisteminde mülazemet düzenini yeni bir şekle koyarak paye sahiplerine verilecek mülazımların sayısını kesinleştirmiş, yeteneğe göre yedi yıllık bir nöbet usulü getirmiştir.

Eserleri arasında en önemlisi, 1566'da yazarak Kanuni Sultan Süleyman'a sunduğu İrşadü'l-Akl-ı Selim adlı eseridir. Bundan başka Hidaye'nin bey ve cihad bölümlerine iki haşiye, Telvih ve Menar'a ayrı ayrı ek olmak üzere fıkıh alanında da eserler yazmıştır. Arapça'yı daha çok şiirlerinde kullanırken, toplumun bütün katlarına hitab eden mektuplarını ve cevapnamelerini Türkçe yazmıştır.

Ebussuud Efendi uzun öğretim hayatında pek çok öğrenci yetiştirmiştir. Bunlar XVI. yüzyılın ikinci yansıyla XVII. yüzyıl Osmanlı ilim dünyasının önderleri olmuşlardır. Bunlar arasında Hoca Sadeddin, Bostanzade Mehmed, Sunullah, Kınalızade Hasan, Şair Baki, Aşık Çelebi, Hace-iSultani Ataullah, Şeyhi, Zenbillizade Fudeyl efendiler en tanınmışlarıdır.

Ebussuud Efendi 1573 yılında öldüğünde Haremeyn bilginleri onun gaip namazını kılmışlardır. Cenazesi Eyüp'te yaptırttığı okulun bahçesine gömülmüştür.

EDİRNE ANTLAŞMASI (1829)

Osmanlı-Rus Savaşı (1828) sonunda Edirne'de imzalanan antlaşma (14 Eylül 1829).

Fransa, İngiltere ve Rusya'nın Akdeniz'deki donanmaları 20 Ekim'de Navarin limanına saldırarak burada demirli bulunan Osmanlı-Mısır donanmasını yakmıştır (20 Ekim 1827)

Böylece başlayan 1828 Osmanlı Rus Savaşı, Rusların Edirne'ye girmesiyle, Osmanlılar aleyhine noktalanmıştır. Babıali, Prusya, Fransa ve İngiltere'nin araya girmesiyle, Londra Antlaşmaları temelinde bir barışa razı olmuştur.

Barış görüşmelerinde Osmanlı Devleti'ni Başdefterdar Mehmed Sadık Efendi ile Anadolu Kazaskeri Abdülkadir Bey temsil ederken, Rusya'yı Kont Di-biç, Kont Aleksey Orlov ve Kont Frederik Palen temsil etmişlerdir.

Antlaşma, bir esas, bir de Memleketeyn (Eflak ve Boğdan) konularını kapsayan ek bir protokol olmak üzere iki metin halinde düzenlenmiştir.

14 Eylül 1829 tarihinde Edirne'de imzalanan antlaşma hükümleri şöyledir:

1.Taraflar barışı gerçekleştirmek için samimi çaba sarf edecekler.

2.Ruslar, işgal ettikleri toprakları boşaltacaklar.

3.Prut nehri eskisi gibi iki devlet arasında sınır olacak: Tuna üzerinde sınır çizgisi, Hızır İlyas (St. Georges) koluna kadar uzayacak. Rusya'ya bırakılan Tuna adalarında ve delta üzerinde bayındırlık çalışmaları yapılmayacak, istihkam vb. tesisler kurulamayacak, karantina binaları kurulabilecektir. Rus savaş gemileri bu koldan Prut ırmağına kadar Tuna üzerinde hareket edebileceklerdir.

4.Rusya'nın İran'la yaptığı 1828 Türkmençay Antlaşması'nı Osmanlı Devleti kabul edecek.

5.Eflak ve Boğdan'ın savaştan önceki statüsü devam edecek.

6.Rus tüccarlarının sahip olduğu haklar, kabul edilecek. Rus ticaret gemileri Karadeniz ve Akdeniz'le Boğazlar'da dolaşabilecek.

7.Rusya ile 1806'dan beri süregelen anlaşmazlıklardan ötürü Rus tüccarlarının uğradığı zarar ve ziyanı kapatmak üzere 18 ayda ödenmek şartıyla, 1.500.000 Hollanda altını tazminat ödeyecek.

8.Savaş giderlerine karşılık Osmanlı Devleti Asya topraklarının bir miktarını Rusya'ya bırakacak.

9.Osmanlı Devleti Londra Antlaşması'nı onaylayacak, yani Yunanistan'ın bağımsızlığını kabul edecek.

Osmanlı Devleti, bu antlaşmayla Rumeli'de Mora ve Güney Yunanistan'ı, Ege Denizi'nde Cezayir-i Bahr-i Sefid takımadalarını, Sırbistan sınırı üzerinde altı kadılık merkezini, Tuna deltasının yarısına kadar olan Bucak topraklarını Kafkasya da Gürcistan Gur ve İmeret Prensliklerini ve daha sonra da savaş tazminatı olarak Ahıska eyaletini bırakmak zorunda kalmıştır.

EMİR-İ ALEM (MİR-İ ALEM)

Sancak muhafızı.

Emir-i alemlik Osmanlılarda, kuruluş ile birlikte başlayan bir müessesedir. Osmanlı saray teşkilatında ise emir-i alemlerin, padişahın sancaklarının bakımı, mehterhane-i tabl-ı alemin yönetimi, seferlerde ak alemin taşınması, san-

cakbeylerinin atanmalarındaki törenin yürütülmesi gibi hizmetleri yanında, bazı törenlere katılmaları da görevleri arasında idi. Sancağa çıkan şehzadelerin refakatinde bulunan hükumet merkezinin gönderdiği görevliler arasında bir de emir-i alem bulunurdu. Emir-i alemler ayrıca padişahların Cülus-ı hümayunlarında düzenlenen kılıç alaylarında kapıcıbaşılardan sonra yer alırlardı. Arife ve bayram tebriklerinde ise Kırım hanzadelerinden sonra nakibü'l-eşraf ve şehzadeler hocası huzurdan çıkınca emir-i alemler üzengi ağalarının önünde tebrike girerlerdi. Sefer sırasında emir-i alemlere hizmet etmek üzere yanlarına yedi Voynuk verilirdi.

Barışta, alay günlerinde hükümdarın atının dizginini tutmak, divan yemeklerinde sadrazama havlu (makrama) vermek, padişahın elçi kabullerinde nameyi elçiden alıp vezirlere vermek veya padişahın namesini vezirlerden alıp elçiye iletmek görevi idi. Emir-i alemlerin en önemli bir başka görevi de sancakbeylerinin atanma töreni idi. Bir sancakbeyliği boşaldığında sicillerini tutan emir-i alem, bu durumu ilgililere bildirir, boşalan sancağa biri atanır ve bu da emir-i aleme duyurulur, emir-i alem, sancakbeyi İstanbul'da ise onun evine bir mehter takımı gönderir, sancak beyliğini ilan ederlerdi. Yeni sancakbeyi ertesi günü emir-i alemden resmen yeni görevini öğrenir ve birlikte divanda sadrazamın huzuruna girerek, yemin eder, paşanın elini öper emir-i aleme hediye verirdi. Emir-i alemler tayin olunan beylerbeylerine vezirlere tuğ ve alemlerini gönderir, bunların ölümlerinde kendilerine verilmiş olan tuğ ve sancakları geri alarak hazineye teslim ederlerdi.

Emir-i alemler yaptıkları hizmetlere göre belli hediyeler alırlardı. Tuğ-i hümayunun sefere çıkarılışı törenlerinde hilat giyer, önemli eyaletlere tayin olunan vezirlerden 29.000, alt derecedeki beylerbeylerden 10.000, sancakbeylerinden ise 1000 akçe tuğ ve sancak bahası alırlardı.

Emir-i alemlik kapıcıbaşılık, çavuşbaşılık ve şikar ağalıkları için, yükselme kademelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Ayrıca kendi kuruluşları içinde mehteran-ı alembaşılar da terfi ettiklerinden emir-i alem olurlardı. Emir-i alemlerin zamanla doğrudan doğruya vezirlik payesi olarak eyaletlere gönderildikleri de olmuştur. Hatta II. Bayezid ve Sultan Yavuz Selim dönemlerinden 1641 yılına kadar, yeniçeri ağalığına tayinlerde emir-i ahur, silahdar, kapıcıbaşı gibi birun ağaları arasında emir-i alemler de yer almışlardır.

Padişahların seferleri bırakmalarından sonra emir-i alemlerin seferlerde sancak taşıma görevi de kaldırılmıştır. Emir-i alemlik görevi ise 1832 yılında büyük emir-i ahura devredilmiştir.

 

 

EDİRNE OLAYI

Osmanlı İmparatorluğu'nda, ulema ve ordunun birlikte hareket ederek hazırladıkları, Sultan II. Mustafa'nın tahttan indirilerek, yerine III. Ahmed'in geçmesiyle sonuçlanan ayaklanma (18 Temmuz-26 Ağustos 1703).

Sultan II. Mustafa'nın Erzurum'dan getirterek, haksız şekilde şeyhülislamlığa yükselttiği hocası Feyzullah Efendi, ayaklanmanın sebebi olduğu için; kimi yerde olay, Feyzullah Efendi'nin ismiyle de anılmıştır.

Devrinin sadrazamlarını hiçe sayacak kadar etki kazanan ve en önemli mevkileri oğulları, akrabaları, adamları arasında paylaştıran Feyzullah Efendi, ulemanın hoşnutsuzluğuna sebep olmuştur.

Feyzullah Efendi, Erzurum'dan gelir gelmez, padişah üzerinde nüfuzunu kurmuştur. O tarihte sadaret makamında bulunan Elmas Mehmed, Amcazade Hüseyin ve Daltaban Mustafa paşaların yeni şeyhülislamla olan ilişkisini, ancak onun emrine girerek kurabilmişlerdir. Elmas Mehmed Paşa'nın ölünceye kadar şeyhülislamdan çekmediği kalmamış, Hüseyin Paşa söz konusu nüfuz yüzünden hastalanıp ölmüş, Daltaban Mustafa Paşa ise, Devlet Giray olayı bahane edilerek öldürülmüştür.

Edirne olayından önce sadarete getirilen Rami Mehmed Paşa Feyzullah Efendi'nin nüfuzunu bastırmak için her şeyi yapmaya hazırdı.

Sultan II. Mustafa ise, annesi Rabia Gülnuş Sultan ve eski hocasının etkisi altında hareminde sakin bir hayat sürmektedir. Feyzullah Efendi, işlere iyice sahip olabilmek için, padişahın İstanbul'dan Edirne'ye Eski Saray'a gitmesini sağladı.

Ancak devlet harcamalarının Edirne'ye geçmesi, İstanbul'da ticari faaliyetin daralmasına, dolayısıyla da İstanbul esnaf ve tüccarının hoşnutsuzluğuna sebep oldu. Ayrıca Kapıkulu Ocakları yılda birkaç kez değişik vesilelerle dağıtılan ulufelerden mahrum kaldı.

Böyle bir ortamda sadrazam Rami Mehmed Paşa, II. Vezir Damat Moralı Hasan Paşa'yla birlikte hazırladıkları planı uygulayarak, Edirne Olayı diye anılan ayaklanmayı gerçekleştirmişlerdir.

Başlangıçta, yalnızca Feyzullah Efendi ve adamlarına karşı geliştirilen hareket, kısa zamanda Edirne'deki iktidarı hedef aldı.

Boşnak İbrahim Ağa'nın teşvikiyle 18 Temmuz Sah gecesi, Cebeciler ulufelerini istemek için Cebehaneye kapandılar. Ertesi gün, Yeniçeriler ve Seyyitler de harekete katıldılar. Kısa zamanda bütün talebeler ve medrese mensupları, İstanbul tüccar ve esnafını da yanına alarak bütün İstanbul'a yayılan bir hareket başlattılar. Ayaklanmayı bastırmak isteyen Sekbanbaşı Murtaza Ağa öldürüldü. Bostancıbaşı Edirneli Mehmed Ağa, bir süre sonra isyancılara katılmak zorunda kaldı. Ayaklanmada yalnızca Kaymakam Abdullah Paşa'nın konağı yağma edildi. Feyzullah Efendi'nin oğullarının ve adamlarının konakları mühürlenerek, bunların bedesten ve cami kasalarında saklanan paralarına el konuldu.

Ayaklanma bu suretle gelişince, işleri yürütmek ve bu ayaklananları yönetmek üzere liderler arasında iş bölümü yapıldı. Buna göre, Parmakçızade Seyyit Ali Efendi, şeyhülislamlığa getirilmişse de, onun, hastalığını bahane ederek işe karışmak istememesi üzerine, İmam Mehmed Efendi, bu görevi kabul etmişti. Bunun dışında kalan bütün devlet görevlileri yeniden belirlendi.

Orta camii karargah haline getiren elebaşılar, isteklerini açıklayan bir dilekçeyi, eski Mısır kadısı Türk Hasan Efendi, eski Filibe kadısı Galat Şaban Efendi, Sultan Selim vaizi İsa, Şehzade vaizi Ömer ve Şeyh Taşçızade Abdullah efendilerden meydana gelen bir heyetle Edirne'ye yollandılar. Edirne'de ise, İstanbul'da bir ayaklanmanın baş gösterdiği perşembe günü haber alınmış, fakat bu haber Feyzullah Efendi'nin isteği üzerine padişahtan gizlenmişti, İstanbul'dan gelen heyet, Hafsa'da tevkif edilerek Eğridere'ye gönderilmişti. Sultan II. Mustafa ayaklanma haberinin mahiyet ve derecesini ancak İstanbul bostancıbaşısının gizlice gönderdiği rapor üzerine öğrenmiş, bir yandan Feyzullah Efendi'yi ve çocuklarını Varna yoluyla Karadeniz üzerinden Erzurum'a sürgüne gönderirken, öte yandan da küçük mir-i ahur Selim Ağa'yı İstanbul'a yollayarak uzlaşma çareleri aramaya başlamıştı. Sadrazam Rami Mehmed Paşa ise, planını alt üst eden bu gelişme karşısında, durumu kontrol altına alabilmek için önce Çevik Ali Ağa’yı, onun arkasından da tezkireci Mustafa Efendi'yi İstanbul'a göndermişse de ayaklananlar üzerinde bir otoritesi kalmadığı az zaman içinde belli olmuştu. II. Mustafa İstanbul'dan gelen heyete umutlarının üstünde ilgi gösterince bu heyettekiler yumuşamışlar ve o anlayışla İstanbul'a dönmüşlerse de ayaklananların Sultan Mustafa'yı tahttan indirmek ve etrafındakileri uzaklaştırmak kararı karşısında bir şey yapamamışlardır. Bu durum sonunda ayaklananlar 20 bayrak yeniçeri, 10 bayrak cebeci, 5 bayrak topçu, 5 bayrak bostancı ve İstanbul esnafının her loncasından seçilen 10 kişilik gruplarla 60.000 kişilik bir kuvvet meydana getirmişler, bu birliğin nüzul eminliğini Arnavut Küçük Hüseyin almış, öncülüğüne ise yeniçerilerin başı Durcan Ahmed atanmıştı. Bu ordu Edirne'ye doğru yola çıkarken II. Mustafa da Edirne'de savunma tedbirleri alıyordu. İlk ağızda şeyhülislamlığa Yekçeşm Hüseyin Efendi, Anadolu kazaskerliğine de Kavukçuzade Abdullah Efendi getirilmiş, padişahın etrafında yer alanlardan Çorlulu Ali Ağa ile Kıpti Ali Ağa'ya vezirlik verilmek suretiyle onların saraydan uzaklaştırılmaları sağlanmış, Rumeli kuvvetleriyle Çakırcı Hasan Paşa, Hazinedar İbrahim Paşa ve Hüdaverdi Paşa Edirne'ye çağırılmışlardı.

İstanbul'dan yürüyen birlikler Silivri'ye geldikleri zaman yeni bir padişahın seçilmesi konusu ortaya çıktı. Asker arasında öteden beri IV. Mehmed'e ve çocuklarına düşman olan bir grup, II. Ahmed'in oğlu şehzade İbrahim'i padişah yapmak istedilerse de, ulemanın ve özellikle IV. Mehmed'in imamlığında yetişme şeyhülislam İmam Mehmed Efendi'nin direnmesi karşısında ve Edirne'deki birlikleri de darıltmamak kaygısıyla veliaht olan IV. Mehmed'in oğlu Ahmed'in III. Ahmed unvanıyla padişahlığa getirilmesi kabul olundu.

Bu durum karşısında II. Mustafa kendisine bağlı olan birlikleri Çakırcı Hasan Paşa komutasında Çorlu üzerine şevketti. Ancak, Hasan Paşa İstanbul' dan gelenlerle çarpışmayı göze alamadığından geriye çekildi. Bunun üzerine Sadrazam Rami Mehmed Paşa Hafsa önünde İstanbul birliklerini durdurmak amacıyla siperler hazırlamaya koyuldu ve II. Mustafa da burada çağrıldı, ikiye bölünen Osmanlı ordusu karşı karşıya gelmiş bulunuyordu. Fakat o gece Sultan Mustafa'nın yanında bulunan kuvvetler siperlerini terk ederek karşı tarafa geçtiler. Böylece ordu arasındaki parçalanma ortadan kalkmış oldu. Bu durum sonunda II. Mustafa Edirne'ye dönerek gelişmeyi annesi Rabia Gülnuş Sultan'a açıkladı ve saltanatı ana bir kardeşi Ahmed'e terketmek zorunda kaldı. Sultan Mustafa'nın çevresindekiler o anda kaçarak gizlendiler. Edirne'de yalnız devlet otoritesini temsil etmek üzere Kaymakam Damat Hasan Paşa kalmıştı. Hasan Paşa kendi kendine sadrazam olan Söhraplı Ahmed Paşa ile temasa geçerek son gelişmeyi bildirdi. Bunun üzerine şehzade Ahmed'e biat edilmek suretiyle ayaklanmanın ikinci evresi kapanmış oldu.

Bundan sonra Feyzullah Efendi ve çocukları Çırpan civarında Salihler konağında yakalanarak Edirne'ye getirildi ve ağır hareketlerle öldürüldü. Oğullarından ise yalnız Fethullah Efendi öldürülmüş, ötekiler çeşitli yerlere sürgün edilmişlerdir.
 

EĞRİ SEFERİ

Osmanlı ordularının Sultan III. Mehmed komutasında, Macaristan'ın Eğri Kalesi'ne yaptığı sefer.

1594'te başlayan Osmanlı-Avusturya savaşları Aşağı Tuna'ya kadar yayılmıştı. Divan-ı Hümayn, durumu Osmanlı Devleti'nin lehine çevirmek için, padişahın da katıldığı bir sefer düzenlenmesi karan aldı. Padişah III. Murad'ın 4 Nisan 1596'da ölmesi üzerine tahta çıkan III. Mehmed söz konusu sefere katıldı.

III. Mehmed, Edirne Filibe, Belgrad yoluyla Macaristan sınırına geldi. Ordu Belgrad'da son hazırlıklarını yaptıktan sonra, Sava Irmağı'nı geçerek Sa-lankamen'e vardı. Burada sadrazam otağında savaş planı yapıldı. Cağalazade Sinan Paşa'nın Komaron teklifine karşı, Eğri Kalesi'nin stratejik ve ekonomik bakımından önemini ileri süren İbrahim Paşa'nın teklifi kabul edildi.

Ordu, Titel Varadin yoluyla Tuna kenarına inerek; Yeniçerilerin yaptığı köprüden Segadin yönüne geçti. Padişahın Segadin Kalesi'ne geldiği sırada Sokul-luzade Hasan Paşa da Vidin'den Tuna ve Tisa ırmakları yoluyla gönderilen topları getirmişti. Ordu 22 Eylül 1596'da Eğri önüne geldi. Kaleyi, Avusturyalı Macar, Çek, Alman subayları ile yerli birliklerden başka 1500 Avusturyalı ve Valan, 1000'den fazla da Macar askeri savunmaktaydı. Padişahın teslim teklifinin reddedilmesi üzerine kale kuşatıldı ve ağır bir topçu ateşi altına alındı.

4 Ekim'de kale kısmen ele geçirildi. Lağımcıların ve serdengeçtilerin gayretiyle iç kalede çökmeler oldu. Bu durum karşısında Avusturyalılar ve Valanlar teslim oldu. Hızlı çözülme sonucu, Osmanlı ordusu kaleyi teslim aldı (12 Ekim 1596).

Padişah, 17 Ekim Cuma günü kaleye gelerek cami haline getirilen büyük kilisede cuma namazını kıldı.

III. Mehmed, Gazi ve Eğri Fatihi unvanını aldı. Kale onarıldıktan sonra Sofu Sinan Paşa'nın komutasına verildi.
 

EMANAT-I MUKADDESE (MUKADDES EMANETLER)

Hazret-i Peygamber'le diğer büyüklere ait eşya ve malzemeler hakkında kullanılır bir tabirdir.

Osmanlı padişahlarından Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethettikten ve "Halife" unvanını aldıktan sonra, Osmanlılarla münasebet kurmayı Mekke Emiri Seyyid Berekat zorunlu ve uygun görmüş ve İslamiyet’e olan bağlılık ve hizmetleri dolayısıyla bir hatıra olarak emaret hazinesi saklı bulunan "Emanat-ı Mü-bareke"nin önemli bir kısmını oğlu (Şerif Ebu Nemi) ile Yavuz'a göndermiştir. Bu mukaddes eşyayı alan Sultan Selim pek çok memnun olarak kendisine "Sürre" göndermek suretiyle karşılık verdiği gibi emanetin muhafazası için sarayda özel bir daire yaptırdı. Ve bunları orada muhafaza ettirdi.

Emanetin en önemlisi Peygamber'in hırkası teşkil ettiği cihetle yapılan özel daireye "Hırka-i Saadet Dairesi" adı verilmiştir. Hırka-i Saadet gümüş sandık içinde olarak Enderun-ı Hümayun'da taht odasında muhafaza edildiği gibi diğer emanat-ı mukaddese de gümüş kutular içinde ve odanın raflarında muhafaza
edilmektedir. Her ramazanda ve özellikle ramazanın 15'inde ziyaret olunan Hırka-i Saadet budur. Bu hırka kendisine takdim ettiği kasideden dolayı Peygamber tarafından Kaab İbn-i Züheyr 'e hediye edilmişti.
 

EMİN

Osmanlı İmparatorluğu'nda, bazı devlet hizmetlerinde görevlendirilen sorumlu kişilere verilen ad.

Osmanlı saray teşkilatında dört eminlik vardı: Matbah-ı amire emini (saray mutfağı emini), şehremini (sonraları İstanbul Belediye Başkanlığı adını aldı), arpa emini ve darphane emini. İlmiye teşkilatındaki eminliklerin bir kısmı kadılıklara bağlı olarak çalışırdı. Bab-ı meşihata bağlı çalışan en önemli görevli, fetva emini idi. Yeniçeri Ocağı'nda da emin unvanlı bir memur bulunduğu gibi, geçici işler için de bu namda insanlar görevlendirilirdi. Ocağın çuha ihtiyacını çuha emini karşılardı. Çeşitli işlere bakan, devşirme emini, ambar emini adı altında görevliler vardı.

İmparatorlukta devlete ait kıymetli eşyanın korunmasından sorumlu olan memurun unvanı, hazine emini idi. Bağlı olduğu devlet dairesine ait para ve eşyayı dağıtmakla görevli olan memurun unvanı da sarf eminidir. İdari kuruluşlarla ilgili işlere bakan defter emini, hassa emini, beytülmal emini gibi görevliler vardı.

Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihe karışmasıyla bu makamlar başka adlar altında başka kuruluşlara bağlanırken, bir kısmı da tamamen kayboldu. 

EMİR-İ ALEM (MİR-İ ALEM)

Sancak muhafızı.

Emir-i alemlik Osmanlılarda, kuruluş ile birlikte başlayan bir müessesedir. Osmanlı saray teşkilatında ise emir-i alemlerin, padişahın sancaklarının bakımı, mehterhane-i tabl-ı alemin yönetimi, seferlerde ak alemin taşınması, san-

cakbeylerinin atanmalarındaki törenin yürütülmesi gibi hizmetleri yanında, bazı törenlere katılmaları da görevleri arasında idi. Sancağa çıkan şehzadelerin refakatinde bulunan hükumet merkezinin gönderdiği görevliler arasında bir de emir-i alem bulunurdu. Emir-i alemler ayrıca padişahların Cülus-ı hümayunlarında düzenlenen kılıç alaylarında kapıcıbaşılardan sonra yer alırlardı. Arife ve bayram tebriklerinde ise Kırım hanzadelerinden sonra nakibü'l-eşraf ve şehzadeler hocası huzurdan çıkınca emir-i alemler üzengi ağalarının önünde tebrike girerlerdi. Sefer sırasında emir-i alemlere hizmet etmek üzere yanlarına yedi Voynuk verilirdi.

Barışta, alay günlerinde hükümdarın atının dizginini tutmak, divan yemeklerinde sadrazama havlu (makrama) vermek, padişahın elçi kabullerinde nameyi elçiden alıp vezirlere vermek veya padişahın namesini vezirlerden alıp elçiye iletmek görevi idi. Emir-i alemlerin en önemli bir başka görevi de sancakbeylerinin atanma töreni idi. Bir sancakbeyliği boşaldığında sicillerini tutan emir-i alem, bu durumu ilgililere bildirir, boşalan sancağa biri atanır ve bu da emir-i aleme duyurulur, emir-i alem, sancakbeyi İstanbul'da ise onun evine bir mehter takımı gönderir, sancak beyliğini ilan ederlerdi. Yeni sancakbeyi ertesi günü emir-i alemden resmen yeni görevini öğrenir ve birlikte divanda sadrazamın huzuruna girerek, yemin eder, paşanın elini öper emir-i aleme hediye verirdi. Emir-i alemler tayin olunan beylerbeylerine vezirlere tuğ ve alemlerini gönderir, bunların ölümlerinde kendilerine verilmiş olan tuğ ve sancakları geri alarak hazineye teslim ederlerdi.

Emir-i alemler yaptıkları hizmetlere göre belli hediyeler alırlardı. Tuğ-i hümayunun sefere çıkarılışı törenlerinde hilat giyer, önemli eyaletlere tayin olunan vezirlerden 29.000, alt derecedeki beylerbeylerden 10.000, sancakbeylerinden ise 1000 akçe tuğ ve sancak bahası alırlardı.

Emir-i alemlik kapıcıbaşılık, çavuşbaşılık ve şikar ağalıkları için, yükselme kademelerinden biri olarak kabul edilmiştir. Ayrıca kendi kuruluşları içinde mehteran-ı alembaşılar da terfi ettiklerinden emir-i alem olurlardı. Emir-i alemlerin zamanla doğrudan doğruya vezirlik payesi olarak eyaletlere gönderildikleri de olmuştur. Hatta II. Bayezid ve Sultan Yavuz Selim dönemlerinden 1641 yılına kadar, yeniçeri ağalığına tayinlerde emir-i ahur, silahdar, kapıcıbaşı gibi birun ağaları arasında emir-i alemler de yer almışlardır.

Padişahların seferleri bırakmalarından sonra emir-i alemlerin seferlerde sancak taşıma görevi de kaldırılmıştır. Emir-i alemlik görevi ise 1832 yılında büyük emir-i ahura devredilmiştir. 
 

ENCÜMEN-İ DANİŞ

Tanzimat'tan sonra, Fransız Akademisi örnek alınarak kurulan ilk Osmanlı Akademisi.

Tanzimat, Batı kurumlarının Osmanlı topraklarına sokulmasını istiyordu. Bu yolda bilim ve eğitim alanındaki çalışmaları bir düzene sokmak için, 1846'da Meclis-i Maarif-i Umumiye kuruldu. Fikir ve bilim adamlarını içine alan bu kuruluş, Encümen-i Daniş isimli bir akademinin kurulmasını kararlaştırdı. Meclis-i Maarif adına Ahmed Cevdet Paşa tarafından hazırlanan ve Encümen-i Daniş'in kurulma sebeplerini anlatan bir yazı, Sultan Abdülmecid'e sunuldu (26 Mayıs 1851).

Kuruluşunda Fransız Akademisi örnek alınan Encümen-i Daniş'in amacı; ilmi ve teknik eserleri telif ve tercüme ederek, Darülfünun'da izlenecek ders kitaplarını hazırlamaktı.

18 Temmuz 1851'de Sultan Abdülmecid'in yayınladığı İrade-i Seniye'yle, Encümen-i Daniş büyük bir tören yapılarak açıldı. Sadrazam Reşid Paşa, padişahın, devlet yetkililerinin ve bilim adamlarının önünde bir konuşma yaptı. Daha sonra İkinci Başkan Tarihçi Hayrullah Efendi, Ahmed Cevdet Paşa'nın hazırladığı uzun bir nutku okuyarak, hayatta en gerçek mutluluğun bilgi yolu, en büyük mürşidin de ilim olduğunu izaha çalıştı.

Encümenin iç ve dış olmak üzere iki çeşit üyesi vardı. İç üyelerin sayısı 40 kişiydi, bunların bir ilim dalında uzman olması, bir yabancı dil bilmesi; yani telif ve tercümesini yapacak nitelikte bulunması şarttı. Dış üyelerin Osmanlıca bilmesi şart değildi. Hangi dilde olursa olsun encümene bir konuda bilgi verecek uzmanlık üye olmak için yeterli sayılıyordu. Bunların üye sayıları da 30 olarak belirlenmişti.

Kuruluşun başkanlığına Şerif Mehmed getirildi. İç üyeliklere Sadrazam Reşid Paşa, Şeyhülislam Arif Hikmet Bey, Erkan-ı Harbiye Başkanı Mehmed Paşa, Hariciye Nazırı Ali Paşa, Ticaret Nazırı İsmail Paşa gibi devlet adamlarıyla beraber; Ahmed Vefik Paşa, Cevdet Paşa, Osman Saip, Ali Fetih, Recai Efendi gibi kişiler de üye oldular. Dış üyeliklere devletin tanınmış Rum, Ermeni bilginleriyle; İngiliz Şarkiyatçısı James W. Redhouse, tarihçi Hammer, Fransız doğu bilimcisi Bianchi gibi bilginler alındı.

Encümen ilk iş olarak, bir sözlükle beraber bir Osmanlıca gramer kitabı hazırlamayı kararlaştırdı. Bu çalışmayla ilgili, bazı imla özellikleri tespit edildi. Fakat daha ileriye gidilemedi. Tarih yazımı ise üyelerden bazılarına verildi. Ahmed Cevdet Paşa, Kaynarca Antlaşması'ndan (1774) başlayarak 1824'e kadar olan bölümün yazılmasını üstlendi. Böylece Cevdet Paşa 12 ciltlik tarihini yazmaya başladı. Bunun ilk üç cildini 1854'te tamamlayarak Sultan Abdülmecid'e sundu. Fuat Paşa ile Cevdet Paşa'nın birlikte yazdıkları Kavaid-i Osmaniye isimli Osmanlıca gramer kitabı da Sultan Abdülmecid'e sunuldu.

Encümen-i Daniş teşkilatı, devlet salnamelerini de (yıllıkları) 1862'ye kadar yazdı. Bu tarihten sonra yayınlanan yıllıklarda kuruluşun ismi geçmemektedir. Buna göre Emcürnen-i Daniş'in 12 yıl verimsiz kaldığı düşünülebilir. Üyeleri arasında değerli kişiler olmakla beraber bunlar, ekip çalışmasına eğilimi olan kişiler değildi. Zaten Encümen-i Daniş kurum olarak Batı özentisiyle doğmuş; Osmanlıların anlayışından farklı bir çalışma sistemine sahipti. Bu yüzden pek verimli olamadı. Kurumun lağvedildiğine dair bir belgeye rastlanmadığı gibi, Abdülmecid'in ölümüyle birlikte Encümen-i Daniş'in varlığı ve çalışmalarının sona erdiği tahmin olunmaktadır. 
 

ENDERUN

Bir şeyin iç yüzü, büyük konakların iç kısmı; eski saraylarda harem ve hazine dairelerinin bulunduğu kısım.

Topkapı Sarayı'nda da Babüssaade veya Akağalar bölümünden sonra başlayan kısmın adı.

Padişahın günlük hayatını geçirdiği Enderun, Osmanlı siyasi tarihinin de bir anlamda sahnesidir. Enderun, ayrıca İmparatorluğu yönetecek elemanların yetiştirildiği bir okuldur. Bu özellikleri ile devlet yönetiminde hizmet alanı ve sarayın en önemli bölümüdür. Enderun Murad Hüdavendigar tarafından yaptır-tılan Edirne Sarayı'nda bu amaçla ayrılan bir bölümde kurulmuştu. Ancak kuruluşu gerçekleştiren kesin çizgileriyle ilk padişah Fatih oldu. Onun kanunnamesinde enderun halkının görev, hak ve yetkileri tek tek belirtildi. Sonraki hükümdarlar tarafından teşkilat geliştirildi. Töre, gelenek ve örfleri kesin çizgileriyle belirerek, imparatorluğun yıkılış tarihine kadar yaşadı.

Enderunda ilk okulu Sultan I. Murad saray hizmetlerinde çalışacak görevliler yetiştirmek üzere Edirne'deki eski sarayda kurdu. Üç sınıflı olan bu okulda birinci sınıfa seferli koğuşu, ikinci sınıfa Kiler koğuşu, üçüncü sınıfa da Hazine koğuşu denirdi. Okulda Kur'an, ilmihal, tecvid, akaid ve mesail-i diniye gibi dersler okutulurdu. Sultan II. Murad devrinde bu derslere tefsir, fıkıh, hadis, efraiz, şiir ve inşa, musiki, heyet hendese, coğrafya, ilmi kelam, siyer-i nebevi, mantık, belagat, felsefe dersleri eklendi. Ve bu dersleri okutmak için çeşitli İslam ülkelerinden bilginler getirtildi. Fatih İstanbul'u aldıktan sonra, Eski ve yeni saraylara bu mektebi taşıdı. Edirne'den seçilen bazı enderunlu gılmanlar, İstanbul'a getirtildi. II. Bayezid Galatasaray'da ikinci bir Enderun okulu açtırdı. Bu okulda ilk öğrenim yapılırdı. Okutulan dersler Kur'an, Arapça, Farsça, hüsnühat (güzel yazı) ve musiki idi. Galatasaray Enderun'unu bitirenler Yeni Saray'daki Enderun Mektebi'ne girerler ve öğrenimlerini burada tamamlarlardı.

1570 yılında Galatasaray Mektebi II. Selim tarafından kapatıldı ve gılmanlardan bir kısmı da Eski Saray'a gönderilerek Galatasaray, medrese haline getirildi.

Enderun teşkilatı, Enderun öğretmenleri, hocaları ve sarayın iç hizmet görevlilerinden oluşurdu. Teşkilatın bölümleri a-Küçük Oda b-Büyük Oda c-Doğancı Odası d-Seferli Odası e-Kiler Odası f-Hazine Odası g-Has Oda, olmak üzere yediye ayrılır.

Bu teşkilat II. Mahmud devrinde köklü değişiklikler geçirdi. Vaka-i Hayriye'den sonra orduda yapılan yeniliklere paralel olarak gelişme gösteren değişikliğin ilki, Enderun-ı Hümayun Nezareti'nin kurulması oldu. Daha sonra Mabeyn-i Hümayun Müşirliği kuruldu. Enderun ağalarının yerlerini mabeynciler aldı. 1839'da ise mabeyn müşirliği unvanı "serkurenalık" adıyla değiştirildi.

Enderun'a en ağır darbe, Sultan Abdülmecid'in Dolmabahçe Sarayı'nı yaptırmasından sonra indirildi. Topkapı Sarayı, Devlet'in merkezi olma niteliğini kaybedince, Enderun'da sönmeye ve unutulmaya mahkum oldu. Bunun bir sonucu olarak, Hırka-i Saadet ve Hazine-i Hümayun hizmetleri hazine kethüdalarına bırakıldı. II. Abdülhamid devrindeyse bütünüyle ihmal edildi. II. Abdülhamid ödüllendirmek istediği tüfekçi, kapıcı, ahçı oğullarını, akrabalarını buraya göndermekle, Enderun'un eski usul ve eğitimini bozacak derecede büyük bir kalabalıkla doldurdu. II. Meşrutiyet'in ilanından sonra, Enderun'da ayıklama yapıldı. Öğrenciler değişik okullara bir kısmı da Dolmabahçe Sarayı'nın hizmetlerine alındı.

XV. yüzyılda yakın tarihe kadar yönetim, bilim, askerlik, şiir, edebiyat, yazı ve çeşitli sanat konularında yüzlerce değerli adamın yetiştiği Enderunlular arasında, Nakkaş Hasan Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Hattat Hasan Paşa, Kavukçu Mustafa Paşa gibi hem sanatçı hem asker, hem de idareci olanlar Tırnakçı Hasan Paşa, Baltacı Mehmet Paşa, Sarıkçı Mustafa Paşa, Deli Hüseyin Paşa, Çorlulu Ali Paşa, Şehit Ali Paşa, Kanijeli İbrahim Paşa, Karavezir Mehmet Paşa, Silahtar Ali Paşa gibi yöneticiler vardı. Bunlardan 6O'ı sadrazam, 3'ü şeyhülislam, 23'ü de kaptan paşa olmuşlardır. Silahdar Fındıklı Mehmet Ağa gibi tarihçiler, Vasıf ve Fazıl gibi şairler Enderun'dan çıkan edebiyatçılara örnektir.

Enderun resmi olarak 3 Nisan 1924 tarihinde Topkapı Sarayı'nın (Yeni Saray) müze haline getirilmesi üzerine kaldırılmıştır. 

 

ENDERUN AĞALARI

Osmanlı İmparatorluğu'nda, Topkapı Sarayı'nın Babüssaade'den sonra gelen kısımlarında hükümdarın hizmetiyle görevli kişilerin adı.

Darüssaade Ağası'nı da kontrolü altında bulunduran, Babüssaade Ağası, Enderun'un da yöneticisidir. Bundan sonra gelen hazinedarbaşı, kilerbaşı ve saray ağası da Enderun yönetiminden sorumludurlar, ikinci grup yöneticiler arz ağaları, hasodabaşları, silahdarlardır. Üçüncü grup yöneticiler ise tülbent ağası ve miftah gulamıdır. Bunlara kapıcılarbaşı, çavuşbaşı, bostancıbaşı, darüssaade ağası da katılabilir.

Enderun Ağaları, padişahın her türlü hizmetinde bulunur; ona arkadaşlık, yoldaşlık ederek eğlenmesini, rahatça çalışmasını, mutlu olmasını sağlarlardı. Zaman zaman padişahın müşavirliğini yapar, zaman zaman da zayıf mizaçlı hükümdarları kontrolleri altına alarak onları yönetirlerdi. Bunlar, padişahın Harem-i Hümayun dışındaki hayatından da sorumlu olduklarından birun (dışarı, harici) yetkilileri ile devamlı temas halinde bulunurlardı. XVII. yüzyıldan itibaren padişahların üstün kişi olma özellikleri kayboldukça, Enderun ağalarının padişahlar üzerinde etkileri giderek arttı. Bunun sonucu olarak da divan-ı hümayun sadrazamla veya kapıkulunun liderleri olan yeniçeri ağalarıyla saray oyunlarının çevrildiği bir ortam hazırlanmış oldu. Başarılı kişiler rakip görüldü. Ortadan kaldırıldı. Bunun için gerektiğinde şehirde halk arasında veya sarayda valide sultan ve kadın efendilerle işbirliği yapılarak karşılıklar, ayaklanmalar, çıkarıldı. Bazen de efendileri olan padişahların tahttan indirilmelerine, öldürülmelerine yol açarak; ülke siyasetinde görülmeyen el olarak rol aldılar. 
 

ENVER PAŞA (1881-1922)

Osmanlı Devleti'nin son zamanlarında yetiştirdiği askeri devlet adamı.

1881 yılında İstanbul'da doğdu. Surre Emini Ahmet Bey'in oğludur. Öğrenimine Soğukçeşme Askeri Rüştiyesi'nde başladı. 1889'da piyade teğmeni olarak, Harp Okulu'nu, 1903'te ise kurmay yüzbaşı rütbesiyle Harp Akademisi'ni bitirdi. Daha sonra, merkezi Selanik'te bulunan III. Ordu emrine verildi. Makedonya'da bir süre eşkıya takibi işlerinde çalıştı. 1906 senesinde binbaşı oldu. Bu tarihlerde siyasi faaliyetlere başlayan Enver Paşa İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin kurucuları arasında bulundu. II. Meşrutiyetin ilanı için baş kaldıran III. Ordu'nun subayları arasında görev aldı. Meşrutiyet'ten sonra Makedonya genel müfettişi oldu. Az zaman sonra Berlin Ataşemiliterliği'ne atandı. Berlin'deyken Nasyonal Sosyalist akımın etkisinde kalarak güçlü bir Türkçülük şuuru kazandı. 31 Mart Olayı üzerine, İstanbul'a dönerek Yeşilköy'de Hareket Ordusu'na katıldı. İtalyanların Trablusgarp saldırısında, Bingazi'ye gelerek mutasarrıflık ve cephe komutanlığını aldı. 1912 yılında yarbay oldu.

İç ve dış şartların aldığı olumsuz seyir üzerine, gittikçe güç bir duruma düşen İttihat ve Terakki hükumetinin iktidarı kaybetmesi üzerine, arkadaşı Talat Bey'le düzenlediği Babıali baskınıyla (24 Ocak 1913) İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni tekrar işbaşına getirdi. Trablusgarp'taki gayretleri ve Edirne'nin kurtuluşundaki hizmetlerine karşılık, önce albaylığa arkasından da tuğgeneralliğe yükseldi. Ocak 1914'te Sait Halim Paşa kabinesinde Ahmet İzzet Paşa'nın yerine Harbiye Nazırlığı'na getirildi. Arkasından da Şehzade Süleyman Efendi'nin kızı Naciye Sultan'la evlendi.

Ordu içerisinde çeşitli ıslahat girişimlerine ön ayak olan Enver Paşa, alaydan yetişen 1100 subayı emekliye ayırdı. Arap harflerini ayrı şekillerde yazma esasına dayanan bir alfabe sistemini uygulamaya koydurdu. Ancak bu girişiminden sonuç alamadı.

Alman hayranı olan Enver Paşa; Osmanlı ordusunun Almanya saflarında I. Dünya Savaşı'na girmesinde etkili oldu.

26 Nisan 1915'te Yaver-i Has unvanıyla, Padişah V.Mehmed Reşad adına başkomutan vekilliğini aldı. Eylül 1915'te, ferikliğe, Kasım 1917'de ise 1. ferik-ciliğe yükseltildi. Padişah Vahdeddin'in tahta çıkmasıyla, başkomutan vekilliği unvanı, Başkomutan Kurmay Başkanlığı'na çevrildi. I. Dünya Savaşı yenilgisi üzerine, ülkeyi terk etti.

Yurtdışında iken 1920'de Baku'da toplanan Doğu Milletleri Şurası'na katıldı. Ve Batum'da Türkiye Şuraları Partisi'ni kurdu. Arkadaşı Talat Paşa'nın öldürülmesi üzerine bu konudaki girişimlerinde yalnız kaldı. Sovyetlerin kendisine yeterince yardım vermediğini anlayınca Moskova'ya giderek Lenin'le görüştü. Sovyet devlet adamlarının memnun olmadıkları Batum Kongresi kararlarını düzeltmek üzere, Baku'da ikinci bir İslam Kongresi düzenlemek üzere Lenin'le görüş birliğine vardı.

Askerlik hayatında yaptığı yanlışlıklar ününü lekelemiştir. Bunlar: Bulgarları, Almanya-Avusturya-Osmanlı safına çekmek için, Edirne'yi hedef alan bir sınır değişikliğini, Osmanlı aleyhine olacak şekilde kabul etmek; ülke gerçekleri ile çelişen kararlarla cepheden cepheye kuvvet kaydırılması (Galiçya, Romanya ve Makedonya'dan) Osmanlı ordusu komutanlıklarını, Alman asıllı generallere bırakması ve Almanların Osmanlı ordusunu kontrol edebilmesine meydan vermesi sonucu şüpheli seferler düzenlemesidir (İran Kuvve-i Seferiyesi, Kanal Harekatı gibi).

Enver Paşa ile İttihat ve Terakki'nin ileri gelenleri, İstanbul'dan ayrıldıktan sonra Divan-ı Harb'e sevk edildiler (1918). Mahkemenin verdiği kararın 2. maddesi gereğince; Enver Paşa askerlikten tard edildi. Bir yıl kalebentlik ve medeni haklardan iskat cezasına çarptırıldı. Padişah Vahdeddin'in bu kararı kabul etmesiyle bu hüküm kesinlik kazandı.

4 Ağustos 1922'de Tacikistan'ın Belcivan yakınlarında, Kızılordu kuvvetlerine karşı topladığı Türk beylerinin kuvvetleriyle çarpışırken vurularak öldü (4 Ağustos 1922).

 

ERKAN-I HARP

Ordunun savaşta, nasıl davranacağı konusunda, teknik bilgileri de içine alarak görev yapan subaylara verilen addır.

Erkan-ı Harp subayı olabilmek için Harbiye'de başarılı bir öğrenci olmak gerekiyordu. Erkan-ı Harbiyeliğe ayrılanlar ayrıca Erkan-ı Harbiye tahsili görürlerdi. Erkan-ı Harbler diğer ordu mensuplarına göre daha çabuk terfi ederlerdi.

Erkan-ı Harbin bugünkü karşılığı "kurmay"lıktır.
 

ERZURUM KONGRESİ

Düşman işgaline karşı yurdun çeşitli bölgelerinde kurulan Redd-i İlhak ve Müdafaa-i Hukuk derneklerini birleştirmek, onlara siyasi ve hukuki bütünlük kazandırmak amacıyla, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları tarafından düzenlenen ilk büyük teşkilattır.

Milli Kurtuluş Savaşı'mızın öncülerinin daha önce Amasya'da vardıkları kararların ilk aşaması olan bu kongrenin toplanacağı Temmuz (1919) ayının ilk günlerinde Mustafa Kemal Paşa, ordudaki bütün görevlerinden ayrılmıştır. 10 Temmuz günü toplanan "Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti" Erzurum şubesi, Mustafa Kemal Paşa'nın "milli mücadeleye askerlikten istifa suretiyle iştirak edeceğine dair beyanlarını" dikkate alarak, toplanacak kongrenin başkanlığına seçilmesini kararlaştırmıştır.

23 Temmuz 1919 günü Doğu illerini temsil yetkisi olan 54 delegenin katıldığı kongre "Şarki Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti'nin Erzurum şubesi reisi Raif Hoca'nın konuşmasıyla açılmış ve daha önce varılan karara uyularak Mustafa Kemal Paşa oybirliğiyle kongre başkanlığına seçilmiştir. 7 Ağustos'a kadar 14 gün süren bir çalışma ortamı içinde, Milli Kurtuluş Savaşı'mızda ortak kararlara ulaşabilmek ve tek bir merkezde toplamak için delegeler arasında sürüp giden tartışmalar başarıyla sonuçlanmıştır. 14 gün sonunda meydana getirilen tüzükle dünyaya ilan edilen ilkeler açıkça "milli iradenin hakimiyeti" gerçeğini ifade etmekte ve gene açıkça "hiçbir manda ve himayenin kabul olunmayacağı" esası bildirilmektedir.

Kongre'nin onayladığı tüzüğe göre seçilen "Temsil Heyeti"ne verilen görev ve yetkiler, hukuki anlamda hükumetlerin görev ve yetkileri sınırlarına girmektedir. Padişah vatanın bağımsızlığını korumakta yetersiz kaldığı takdirde, kongrenin geçici bir hükumet kurma yetkisini kendinde görerek ve kendisi toplanamadığı takdirde bu hükumetin seçimini de, bütün görevlerini üstlendiği "Temsil Heyeti"ne vekaletten vermesi, milli iradenin bir kavram olmaktan çıkıp hayata geçmesidir. Kurtuluş Savaşı bu kongreyle kendi kurmayını kendisi yaratmıştır.

Kongrece Temsil Heyeti'ne Mustafa Kemal Paşa (Başkan), eski Bahriye Nazırı Rauf Bey (Orbay), eski Erzurum Mebusu Raif (Dinç), eski Trabzon Mebusu İzzet ve Servet, Şeyh Fevzi, eski Beyrut Valisi Bekir Sami (Kunduh), Hacı Musa ve eski Bitlis Mebusu Sadullah beyler seçilmiştir.


ERZURUM KONGRESİ KARARLARI (23 Temmuz 1919)

Madde 1.

Milli sınırlar içinde vatan bir bütündür parçalanamaz

Madde 2.

Her türlü yabancı işgal ve müdahalesine karşı ve Osmanlı Hükumeti’nin iş yapamaz duruma gelmesi halinde, millet topyekün olarak kendisini savunacak ve direnecektir.

Madde 3.

Vatanı korumaya ve istiklali elde etmeye İstanbul Hükumeti muktedir olamadığı taktirde bu gayeyi gerçekleştirmek için geçici bir hükumet kurulacaktır. Bu hükumet üyeleri Milli Kongre tarafından seçilecektir (Sivas Kongresi ). Kongre toplantı halinde değilse, bu seçimi Heyet-i Temsiliye yapacaktır.

Madde 4.

Kuva-yı Milliye’yi tek kuvvet tanımak ve milli iradeyi hakim kılmak esastır.

Madde 5.

Hırıstiyan azınlıklara siyasi egemenlik ve sosyal dengemizi bozacak ayrıcalıklar verilemez.

Madde 6.

Manda ve himaye kabul olunamaz.

Madde 7.

Milli Meclis’in derhal toplanmasını ve hükumet işlerinin Meclis tarafından kontrol edilmesini sağlamak içine çalışılacaktır.
 

ESAME

İsimden çoğul; isimler, adlar anlamındadır.

Yeniçerilerin ana kütükte kayıtlı olan isimleri.

Bu kütükler yeniçeri katipleri tarafından yazılır, yeniçerilerin yoklaması bu defter üzerinden yapılırdı.

Siyakat yazıyla tutulan defterler, uzunlama ikişer sayfalık tabakalardan ibaretti. Her sayfaya 110 esame yazılırdı. Yalnızca Sekbanların defterlerine aldı-ğınca isim yazılabilirdi.

Defterin serlevhası (başlığı) şöyledir: "Ya Hasan Ya Ali Ya Hüseyn" "Cemaat" "Bölük" şeklindedir. Bu serlevhadan sonra ulufe alacakların isimleri gelirdi. Defterin arkasına da "Gülbang" yazılırdı.

Yeniçerilere, üzerinde künyeleri ve ulufe dereceleri yazılı Esame Kağıdı denilen birer belge verilirdi. Bu belgeler kütük kayıtlarına uygunluklarını göstermek için mühürlenirdi, buna Menhur da denirdi. Yeniçeri Ocağı'nın bozulmaya başlamasıyla bu belgeler alınıp, satılmaya başlandı. Bu yüzden yeniçerilikle ilgisi olmayanlar, kütüklere yeniçeri kaydolup, ulufe almaya hak kazandılar. Böylece devletin askerlik harcamaları için ayırdığı para haksız kazanç olarak farklı ellerde toplanmıştır. II. Mahmud döneminde, Alemdar Mustafa Paşa'nın girişimiyle yapılmak istenen düzenleme, Yeniçeri Ocağı'nı bütünüyle kaldırmayı düşünen padişah tarafından engellendi. Ancak Yeniçeri Ocağı'nın 1826'da lağv edilmesiyle esamenin de geçerliliği kalmamıştır.
 

ESKİ ODALAR

İstanbul'un fethinden sonra, şimdiki Şehzadebaşı Camii'nin bulunduğu yerin karşısında yeniçeriler için yapılan kışlalara verilen isim.

Yeniçeri Ocağı son devirlerde yüz doksan altı orta idi. Bu eski odaların da yüz doksan dokuz daire olduğu kaynaklarda belirtilmektedir. Buna göre her ortanın ayrı bir dairesi olduğu görülmektedir. Her daire mutfak, kiler, zabitan ve nefer koğuş ve odalarını içine alırdı. Bu kışlaların yüz kadarı cemaat, altmış biri bölük, otuz dördü sekban ve dördü de solak ortalarına aitti. Yirmi altı tanesi eski odalar denilen bölümde, yüz yetmiş üçü de yeni odalar kısmında idi.

II. Mahmud devrinde, 1826'da Yeniçeriliğin kaldırılması sırasında ilk önce yeni odalar yakıldı, bir süre sonra da eski odalar kaldırıldı.
 

ESKİ SARAY

Biri İstanbul'da, diğeri Edirne'de yaptırılan iki saray.

Eski Saray (İstanbul) İstanbul'da yaptırılan Eski Saray, bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu yerde Fatih Sultan Mehmed tarafından, 1454-1457 yılları arasında yaptırılan saraydır.

Bu saray geniş bir alanı kaplamakta idi. Yapılarının bir kısmı Süleymaniye Camii yapılırken yıkılmış ve yerine de 1866'da eski Seraskerlik Dairesi (bugünkü üniversite merkezi binası) yapılmıştır.

Kaynaklara göre sarayı çevreleyen surların üzerinde kule bulunmadığı dört kapısının olduğu bunlardan birinin haremağalarının kontrolü altında ve daima açık tutulduğu, diğer kapının ise kapalı bulunduğu bilinmektedir.

Yeni Saray yaptırıldıktan sonra bu saray ölen hükümdarların kızları, kadınları, anneleri, cariyeleri ve gözdelerine ayrılmış, bunların hizmetleri için de çok sayıda haremağası, kapıağası, kapıcı, baltacı gibi görevliler konulmuştu.

Hükümdarlar yılın belirli günlerinde Eski Saray'a gelir, buradakilerle bay-ramlaşır; bazı oyun ve eğlenceleri seyrederlerdi.

IV. Murad devrinde, 1625-1632 yılları arasında onarılan bu sarayın çeşitli tarihlerde birçok yangın geçirmiş olduğu anlaşılmaktadır. III. Selim devrinde harem ağaları bölümünde, 1793'de de saray için deki helvahane ve aşçı ocaklarında büyük yangınlar çıkmış ve saray kullanılamaz hale gelmiştir. Eski Saray'ın yapılarından bugün iz yoktur.


Eski Saray (Saray-ı Atik) (Edirne)

I. Murad tarafından Edirne'nin alınışından sonra, 1366 yılında, kale dışında yaptırıldı. Yeri kesin olarak bilinmeyen bu sarayın Selimhan Camii yakınında Kavak meydanında olduğu tahmin edilmektedir.

Musa Çelebi bu sarayı büyüterek yüksek duvarlarla çevirmişti. II. Murad, Edirne'de en çok oturan ve bu saraya en çok ilaveler yaptıran padişah olmuştur. Bu saraya Kanuni Sultan Süleyman da birçok yeni ekler yaptırmış; IV. Mehmed, Muhasip Mustafa Paşa ile evlendirdiği kızı Hatice Sultan'a Eski Saray'ı ayırmıştı. Bu zamandan sonra Hatice Sultan Sarayı olarak da söylenmiştir. 1870 yılında Askeri İdadi'nin yanması üzerine, saray hükumete hediye edilmiş ve böylece uzun süre Saray-ı Atik'in arsasında Askeri İdadi Mektebi olarak kullanılan bina yapılmıştır.
 

EŞKİNCİ

Osmanlı Devleti'nde sefer emri alan Yeniçeri, XIX. yüzyıl başında Sultan II. Mahmud tarafından Yeniçeri ordusunun bünyesinde yapılmak istenen ıslahatta meydana getirilen talimli askere verilen ad

Osmanlı İmparatorluğu'nda sefer açıldıkça, kapıkulu askerinin asıl gücünü meydana getiren Yeniçerilerden bir kısmı çeşitli kalelerde nöbetçi, bir kısmı da İstanbul ve Edirne kışlalarında korucu ve oturak, bir kısmı da kapılı sınıfında oldukları için, sefere katılmazlardı. Sefere katılacak Yeniçeriler, bu askeri teşkilatın asıl vurucu gücünü teşkil ederlerdi

Eşkinciler sefere çıktıklarında, orta veya bölük sandıklarına iki altın verirlerdi. Bu para ile sefer sırasındaki yiyecek ihtiyaçları karşılanırdı. "Kumanya-baha" denilen bu para, herhangi bir sebeple sefere katılmayan eşkincilerden de alınırdı. Eşkinciler arasında ocağa yeni kaydedilen acemiler de bulunabilirdi. Ancak eşkincilerin satışı kesin olarak yasaktı. Bu usul 1714 yılına kadar geçerli olmuştur. Bu tarihte Mora'da Anapoli kalesinin fethinde eşkincilerin gösterdikleri basarı üzerine onlara ulufeleri ile emekli olma hakkı tanınmıştı. Eşkincilerin zamanla azalması, bunların yerini taslakçı, mülazim, korucu ve oturak Yeniçerilerin doldurması, Osmanlı Devleti'nin bu büyük gücünün çökmesine sebep olmuştu.

1768 bozgunundan sonra III. Mustafa zamanından beri, Yeniçeri gücünü ıslah etmek için girişilen teşebbüslerden biri de, II. Mahmud devrinde, artık tamamen kaybolmuş bulunan eski eşkinci kadrolarını yeniden teşkilatlandırmak olmuştur. Ancak Yeniçerilerin özellikle Nizam-ı Cedid sisteminden beri girişilen her yenilik girişimine karşı takındıkları olumsuz davranış, padişah tarafından bilindiğinden, hele Alemdar Mustafa Paşa olayından sonra bunları yola getirmenin zor olduğunu gördükten sonra, padişah önce güvendiği kişileri, Yeniçeri Ağalığı'na getirmek suretiyle askeri ayaklandıracak güçte olan zorba başıları temizledi.

Osmanlı Devleti teşkilatında, bir de "eşkinci tımarı” deyimi vardır. Bu deyim, sefer halinde kesin olarak savaşa katılmak zorunda bulunan tımarlı sipahiyi ve onun tasarruf ettiği tımarı kapsar.
 

ET MEYDANI (MEYDAN-I LAHM)

İstanbul Aksaray'da Yusufpaşa Çeşmesi karşısında, Bayrampaşa deresi boyunca uzanan Ahmediye Caddesi'nin sağında bulunan alanın adı idi.

Et Meydanı'nın Kanuni Sultan Süleyman'ın sadrazamlarından Makbul İbrahim Paşa tarafından yeni odaların düzenlenmesi sırasında yaptırıldığı tahmin edilmektedir. Bu yıllarda, yeni odalar adı verilen kışlalar yapılırken Yeniçerilere getirilen et tayınlarının kışlaya özel bir kapıdan girmesi istenmiş ve yeni açılan yedi kapıdan biri, bu işe ayrılmıştı. Böylece, et kapısının karşısındaki bu alana "Et Meydanı" denilmişti.

Yedikule ve Edirnekapı salhanelerinde kesilen etler, Seğirdim Çavuş ve neferleri tarafından her sabah bu meydana getirilerek et tomruğuna teslim edilirdi. XVII. yüzyıldan sonra Yeniçerilerin sık sık ayaklanmaları, Et Meydanı'nın siyasi bir önem kazanmasına sebep olmuştu. İsyanın belirtisi olarak kaldırılan kazan, Et Meydanı'na konur, ayaklanmaya katılan Cebeci, Yeniçeri, Topçu, Top Arabacı ortalarının bayrakları bu meydana dikilirdi. İsyancılar, yığınaklarını burada tamamlar, isteklerini zorla kabul ettirmek için meydandan Ağa Kapısı, Babıali ve Saray-ı Hümayun'a doğru yürüyüşe başlarlardı. Ayaklanmanın ikinci kısmına da Et Meydanı'ndan geçilerek saray kuşatılırdı.

Et Meydanı'ndaki son ayaklanmalardan biri, 1826 yıllarında olmuştu. Eşkinciliğe karşı isyan eden Yeniçeri zorbaları, başta II. Mahmud olmak üzere, Benderli Selim Mehmed Paşa ve Ağa Hüseyin Paşa'nın kararlı davranışlarıyla bastırıldı. Bu isyanın sonucu bütün Yeniçeri Ocağı kaldırıldı.

Adı II. Mahmud tarafından "Talimhane Meydanı" olarak değiştirildi ve Et Meydanı eski siyasi önemini kaybetti.

 

ETHEM PAŞA (MÜŞİR, GAZİ) (1844-1909)

Osmanlı Müşiri.

İstanbul'da doğdu. Harp Okulu'ndan piyade teğmeni olarak mezun oldu. Rumeli'deki birliklerde, Sırbistan'da 1876'daki asayiş hareketlerinde, başarılı hizmetlerde bulundu. 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı'na Rumeli'de alay komutanı olarak katıldı. Ve savaşın ilk ayında albaylığa yükseltildi. Orhaniye grubu komutanlığında bulundu. Rus kuşatma birliklerini yararak, Plevne'ye erzak ve savaş levazımı kollarını sokmasıyla ve Grivitsa Tabyası Komutanlığı'nda gösterdiği başarılarla tuğgeneral rütbesine hak kazandı. 1895 yılında da müşir oldu. Osmanlı-Yunan Savaşı'nda cephe komutanlığına getirildi. Savaştan sonra getirildiği askeri teftiş komisyonu başkanlığını uzun yıllar sürdürdü.

II. Meşrutiyet'te Ayan Üyeliği'ne getirildi. 31 Mart olayında Harbiye Nazırı oldu. Kısa süre kaldığı bu görevden sonra, gittiği Kahire’de öldü. Cenazesi İstanbul'a getirilerek, Eyüp'te toprağa gömüldü.
 

ETNİK-İ ETERYA

Yunanca ethnos, millet ve etairos, arkadaş- ortak kelimelerinden yapılmış ve Osmanlı yönetimindeki Yunanlılara milliyetçi duygular aşılayan gizli bir Yunan derneğine verilen ad.

Osmanlı İmparatorluğu'ndan ayrılarak bağımsız bir Yunanistan kurmak için 1844 yılında Odessa'da kuruldu. Ksantos, Etniki Eterya'yı kurmadan önce Aya Mavna adasında Mason Locası'na girerek, gizli dernekler konusunda bilgi topladı. Yönetmenliğin, yemin ve gizli işaretlerini hazırlamayı bu dernekte öğrendi.

Etnik-i Eterya'nın temel amacı: Eski Doğu Roma İmparatorluğu'nu tekrar dirilterek, Ayasofya'yı kilise olarak açmaktı.

Kısa zamanda genişleyen teşkilat, üyeler arasında çeşitli dereceler oluşturdu. Başkanlara "çoban", ikincilere "papaz", "üçüncülere "tavsiyeli", dördüncülere de "zararsız" takma adlarını verdi. İstanbul'da "reis" ve "fedai" adıyla iki askeri derece meydana getirildi. Daha sonraları rütbe sayısı yediye yükseltildi. Bunlar tek bir amaca hizmet ettikleri halde, yetki, bilgi ve kapsam bakımından aralarında farklar oluştu. En aşağı derecelerde bulunanlara,

gerektiğinde kullanılmak üzere 50 deste fişek ve silah bulmak görevi, ikincilere yurt uğrunda dövüşmek üzere hazır olmak görevi, bunların üstündekilere, Etnik-i Eterya'nın görevinin Yunan kavminin isteklerini sağlamak olduğunu anlatmak görevi, Fedailer Başkanı'na bir kılıç vererek “bunu yurt yolunda kullanacaksın" telkininde bulunmak görevi ve yüksek derecelerde bulunanlara, başkanın sırrını açmak görevi verildi

İstanbul 1818'de Etnik-i Eterya'nın merkezi oldu. Yönetim yeriyse Ksantos'un Fener'deki eviydi. Ksantos'un 1821'de hazırladığı Yunan ihtilali başarısız oldu. Bunun üzerine bir süre gizli çalıştı. 1896 Girit ayaklanmasına yardım etti. Makedanyo'ya binlerce silah yollayıp, 1897 savaşının çıkmasına yol açtı. Yenilgiye uğradıktan sonra, Etnik-i Eterya teşkilatı savaş suçlusu sayıldı. Üyeleri için kovuşturma yapılmak istendiyse de, bundan vazgeçildi. Çünkü, en büyüğünden en küçüğüne kadar bütün Yunanlıları cezalandırmak gerekecekti. Etnik-i Eterya 1899'da silahlarını ve 300.000 drahmiyi bulan parasını Ethinikon Skopeutirion'a teslim ederek dağıldı.
 

EVLAD-I FATİHAN

Osmanlı Devleti'nde XVIII. yüzyılda meydana getirilen bir askeri teşkilatın adı.

XVII. yüzyılda akıncı ve yürük teşkilatında ortaya çıkan çözülme, Osmanlı Devleti'nin Rumeli'deki savaş gücünün azalmasına yol açmıştı. Yoklamalarda eşkinci veya yamak olarak kayıtlı bulunanların yerlerinde olmadıkları, sefer zamanlarında da bunlara bırakılan askeri görevlerin yapılmadığı görülmekte idi. İkinci Viyana kuşatmasından (1683) sonra sürekli savaşma durumu Rumeli yerli kulları arasındaki bu aksaklığın düzeltilmesini zorunlu kılıyordu. 1691 'de çıkarılan bir fermanla Rumeli'deki yürükler sağ, sol ve orta kolda yeniden yoklamaya tabii tutuldular. Evlad-ı Fatihan adı altında yeniden bir disiplin altına alındılar. Böylece eski yürük ve tatar göçebe toplulukları yerleşik hayata geçmiş olsalar dahi, yeni bir kuruluş halinde, yine askeri bir hizmetle Evlad-ı Fatihan'da görev aldılar. Bu göreve tayin edilen vezir veya beylerbeyleri ise "yürük hakimi" adiyle anıldılar.

1697'de yürük hakimi Çakırcı Hasan Paşa'nın yapmış olduğu yoklamaya göre, Evlad-ı Fatihan 1116 hane ve 16582 kişi olarak tespit olundu. Bunlardan her altısından biri kendi çeribaşlarının emri altında sefere gitmekle görevlendirildiler.

Evlad-ı Fatihan'ı Çeribaşıları (yürük teşkilütında serasker) yönetmekte idi. Kapıcıbaşı rütbesinde bulunan zabitleri ise İstanbul'da otururlardı.

Bu teşkilat kuruluş yıllarında sadece Rumeli'deki askeri faaliyetlere katılmakla yükümlü idi. Ancak yüzyılın sonlarına doğru imparatorluğun çeşitli yerlerinde görev almışlardır (Gürcistan ve İran seferleri gibi).

1826'da 24 grupta toplanarak, dört tabur haline getirildiler. Kaza müdürü derecesinde olan çeribaşıların yanına kolağaları, yüzbaşı ve mülazım rütbesinde subaylar da verildi. Bir süre sonra bu taburlar alay haline getirildi.
 

EVLİYA ÇELEBİ (1611-1682?)

Osmanlı gezgini.

İstanbul'da doğdu. Babası Derviş Mehmed Ağa, Saray-ı hümayun kuyumcubaşısı idi. İlk öğrenimini yaptıktan sonra Unkapanı'nda Fil Yokuşu'nda Hamit Efendi Medresesi'ne girmiş ve Cinci Hüseyin Efendi ile birlikte 7 yıl Ahfeş Efendi'den ders görmüştür. Bu arada Sadizade Darülkurra'sına giderek hafız olmak için çalışmıştır. Babası da hüsnü hat, hakkaklık vb. bazı sanatları öğretmiştir. 1635 yılında teyzezadesi Silahdar Melek Ahmed Ağa tarafından Ayasofya Camii'nde IV. Murad'a takdim edilen Evliya Çelebi, Enderun'a alınarak Kilerli Koğuşu'na verilmiştir. Burada Turşucubaşı Ahmed Ağa'nın nezaretinde yetiştirilen Evliya Çelebi, Güğümbaşı Mehmed Efendi'den yazı, Derviş Ömer Gülşeni'den musiki, Keçi Mehmed Efendi'den de Arapça öğrenmiştir. Enderun'da 4 yıl kaldıktan sonra 40 akçe ile sipahi zümresine katılarak ayrılmıştır.

Evliya Çelebi 1630 yılında yeryüzünü ve üzerinde yaşayan çeşitli toplulukları, kurulan şehirleri değişik yapıları tanımak hevesine düşmüştür. Evliya Çelebi tatlı üslubu ile anlattığına göre "1630 Muharremi'nin aşure gecesi, rüyasında Yemiş İskelesi'ndeki Ahi Çelebi Mescidi'nde kalabalık bir cemaat ortasında Hz. Peygamber'i görmüş huzuruna çıkarak ona "şefaat ya Resulallah" diyecek yerde, şaşkınlık ve heyecanı yüzünden dili dolaşıp "seyahat ya Resulallah" demiştir. Böylece seyahat etmeye başlayan Evliya Çelebi, ilk iş olarak İstanbul'u gezmeye başlamıştır. 10 yıl kadar süren bu geziler sonunda bir bakıma bir İstanbul tarihi sayılabilecek olan Seyahatnamesi'nin 1. cildini yazmıştır.

1640'ta Okçuzade Ahmed Çelebi ile birlikte gizlice Bursa'ya gitmiştir. Bursa çevresinde ise Trabzon valiliğine tayin olunan ve babasının manevi oğlu Ketenci Ömer Paşa ile Karadeniz seferidir. Bundan sonra Hüseyin Paşa ile Anapa seferine, Bahadır Giray Han'la Azak seferine katılarak 1645'e kadar Karadeniz çevresinde gezmiştir.

İstanbul'a döndükten sonra Yusuf Paşa ile Hanya seferine katılmış 1647'de Defterdarzade Mehmed Paşa ile Erzurum'a gitmiştir. Buradan Süveyş, Tiflis ile Baku'ya da uzanmıştır. Aynı yılda Vardar Ali Paşa isyanına karşı sevkedilen birlikler arasında bulunup, Şam beylerbeyi Mustafa Paşa ile Suriye'yi de görmüştür. Suriye ve Filistin'i daha iyice tanıyamadan Paşa'nın Sivas Beylerbeyliği'ne tayin edilmesiyle Doğu Anadolu'nun bir bölümünü görme fırsatını elde etmiştir. 1650'de Mustafa Paşa ile İstanbul'a dönmüştür. Melek Ahmed Paşa Ozi Beylerbeyliği'ne tayin edilince bu defa Rumeli topraklarını dolaşma imkanı elde etmiştir. Silistre, Babadağı çevrelerini inceleyip yazmıştır. Paşa'nın Rumeli Beylerbeyliği'ne tayin edilmesinden sonra Sofya ve çevresini tanımıştır. 1653'ten 1655'e kadar İstanbul'da kalmış ve bu süre içinde Konya'da İbşir Mustafa Paşa'nın yanına gidip Konya'yı görmüştür. Melek Ahmed Paşa'nın Van Beylerbeyliği'ne tayini üzerine tekrar doğuya gitmiştir. Paşa'nın Bitlis'te Abdal Han'a karşı açtığı sefere katılmış Yezidiler üzerine yapılan seferine de iştirak etmiş, Murtaza Paşa'nın tutsak olan kardeşini kurtarmak için İran'a ve oradan da Bağdad'a giderek Güneydoğu Anadolu'yu karış karış gezmiştir.

1657'de yine Melek Ahmed Paşa ile birlikte Bosna'ya gitmiştir. Bu arada Köse Ali Paşa'nın maiyetinde Rakoczi üzerine gitmiş, buradan Kırım Hanı IV. Mehmed Giray'ın yanında da Kazak seferine katılmıştır. Döndükten sonra IV. Mehmed'in Bursa, Gelibolu, Edirne, gezilerine katılmış, 1659'da Boğdan voyvodasını götüren kafile ile Yaş'a gitmiştir. Oradan Bosna'ya gelerek bu eyaletin serhat kalelerini bir bir gezmiş, Venedik ve Hırvat topraklarına yapılan akınlara katılmış, Paşanın tekrar Rumeli Beylerbeyi olması üzerine Sofya'ya dönmüş, Köse Ali Paşa'yı Temeşvar'da bularak onunla Erdel seferine gitmiştir. Arnavutluk topraklarını dolaştıktan sonra 1662'de İstanbul'a dönmüştür. Bu tarihte Fazıl Ahmed Paşa'nın Uyvar seferine iştirak ederek burada Kırım atlıları ile büyük bir akına çıkmış, kendi rivayetine göre Bohemya'dan İsveç ve Hollanda'ya kadar bütün Avrupa'yı talan eden bu akından başarılarla dönmüştür. Fakat bu arada Hersek'te Söhrap Mehmed Paşa'nın yanına gitmeye ve onunla birlikte Venedik topraklarına yapılan akınlara katılmaya da fırsat bulmuştur. Yine aynı günlerde Zerinvar'ın fethine ve Györ savaşına katılmıştır. Vaşvar Antlaşması'nı takip eden günlerde ise, elçi Kara Mehmed Paşa'nın maiyetinde Viyana'ya gitmiş ve bu arada İspanya, Danimarka, Hollanda, Brandeburg gibi ülkeleri gezdiğini, Dunkarkız'a kadar gittiğini hikaye etmişse de nedense bu gördüğü yerleri eserinde tanıtmamıştır.

Öte yandan Viyana dönüşünde bir süre Macaristan'da kalarak buradaki kaleleri gezmiş ve 1665'te Erdel, Eflak ve Boğdan'a oradan da Kırım'a giderek Kafkasya'ya geçmiştir. Dağıstan, Hazar Denizi, Volga boylarında dolaşmış Kazan, Başkurdistan ülkelerini gezmiştir. Üç yıl sonra İstanbul'dan yola çıkarak kara yoluyla Batı Trakya, Makedonya, Tesalya'dan Mora'ya inmiştir. Anaboli'den Girit'e geçerek Kandiye'nin fethinde bulunduktan sonra, Mayna isyanı üzerine Mora'ya gitmiş ve isyanı anlatmıştır. Adriya sahillerini gezip görmüştür. 1671'de ise Mekke'ye gitmiş hacı olmuştur. Hacdan sonra Süveyş yolu ile Mısır'a gelen Evliya Çelebi burada 8, 9 yıl kalmış. Musavva ve Sevakin'e kadar inerek Sudan ve Habeşistan hakkında bilgiler derlemiştir. Onun son gezisi Mısır valiliğine getirilen Abdurrahman Paşa'yı karşılamak üzere Salihiye'ye kadar gidişidir.

Bundan sonra Evliya Çelebi'nin hayatı hakkında bir bilgi elde etmek mümkün değildir, nerede ve hangi tarihte öldüğü de bilinmemektedir.

Evliya Çelebi, Türk edebiyatına ve tarih, etnolojik araştırmalarına 10 cildi bulan büyük bir hazine armağan etmiştir. Bu büyük eseri, seyahatlerinden döndükçe kaleme almış, sonra kısım kısım toplayarak bazı değişiklikler ekler yaparak olgunlaştırmaya çalışmıştır. Eserde, sonra doldurulmak üzere açık bırakılmış adlar, istatistik rakamları, yer adları, tarihler ve boş sahifeler bu çalışmanın tamamıyla bitmeden yazarın öldüğünü göstermektedir.

Evliya Çelebi Seyahatnamesi özellikle geçen yüzyıldan beri tarih ve etnografya araştırıcıları için gittikçe değeri artan bir ilgi görmüştür. Onun mübalağacı haberlerine rağmen başvurulması gerekli bir kaynak olduğu da bugün kabul edilmektedir.

Seyahatname'nin basımı, Pertev Paşa nüshası esas tutularak 1898'de başlamış ve 6 cildi tamamlanmıştır. 1928'de Türk Tarih Encümeni 7 ve 8. ciltleri, 1938'de Milli Eğitim Bakanlığı 9. cildi yayımlamıştır. Ancak bu basım da ilmi kaygılar giderilmediğinden bazı sakıncalar taşıdığı da belirtilmektedir.
 

EVRENOS BEY (GAZİ) (?-1417)

Rumeli ve Makedonya'nın Osmanlılara açılmasında büyük yararlılıkları görülen akıncı beyi.

Evrenos Bey, Karesi Beyliği'nin emiridir. Karesi Beyliği'nin toprakları Osmanlılara geçince, Evrenos Bey de Orhan Bey'in hizmetine girmiş ve Rumeli'de kurulan ilk uçlardan birinin idaresini üstüne almıştır. Hacı İlbey ile birlikte Doğu Trakya'yı korumuş, Keşan, Ferecik, İskeçe, Kavala, Karaferye, Drama ve Zihne'yi Osmanlı topraklarına katmıştır. 1385'te Vezir Çandarlı Hayreddin Paşa ile Makedonya'nın fethine katılıp, Ohri'nin fethinde de büyük başarı göstermiştir. Kosova zaferinden sonra Vodina ve Çitroz'u ele geçirince kendisine Arnavutluk serhaddi verilmiştir (1390). Yıldırım Bayezid'in Eflak ve Niğbolu seferlerine ve Ankara Savaşı'na katılıp, Yenice'de ölmüştür.

Evranos Bey, Vardar Yenicesi'nde cami, mescit, imaret ve medrese gibi kurumlar yaptırmıştır.
 

EYALET

Osmanlı Devleti, idari teşkilatında en büyük yönetim birimi.

İmparatorluk eyaletlere, eyaletler sancaklara, sancaklar kazalara, kazalar nahiyelere bölünürdü. Tanzimat döneminde birkaç kazanın birleşmesinden mutasarrıflık kurulmuştur. Eyaletler, beylerbeyiler ve XVI. yüzyıl ortalarından sonra vezirler tarafından idare olunmuştur. Beylerbeyi ve vezirlerin hem idari ve hem askeri salahiyetleri vardı. Kazai konularda kadılar hüküm verirlerdi. Her eyalette vezir ve beylerbeyinin nezareti altında, tıpkı başkent İstanbul'da Divan-ı Hümayun'un bir modeli gibi eyalet divanı tertip edilirdi. Buna "Paşa Divanı"da denirdi. Bu divanda eyalet paşasından başka, kadı, kenar defterdarı, tımar defterdarı, tezkereciler, subaşı, asesbaşı vb. bulunurlardı. Paşa divanında verilen kararlar, yörenin şer'i mahkeme sicillerine kaydedilirdi. Bir müracaat sahibi, eyalet divanında verilen karardan hoşnut olmazsa, merkezdeki "Divan-ı Hümayun'a başvurabilirdi. Bazı müracaatlar ise, eyaletlerde ve mahallinde halledilmesi merkezce uygun görülürse, "mahallinde şer'i ile hüküm buyuruldu'" kaydıyla Paşa Divanı'na tekrar sevkedilirdi.

Her eyalet paşasının emrinde, kapıkulu piyadesi ve süvarisinden oluşan eyalet askerleri mevcuttu. Ayrıca paşanın kapı halkı bulunurdu. Bu askerlerin bütünü eyaletin korunmasını sağlarlar, savaş esnasında ordu-yu hümayuna katılırlardı.

Eyaletin hukuki işlerini mevali denilen kadılar yürütürdü.

Osmanlı İmparatorluğu'nun en geniş olduğu devirde eyaletler, şunlardı: Rumeli, Bosna, Budin, Kanije, Eğri, Temeşvar, Anadolu, Karaman, Maraş, Sivas. Trabzon, Kefe, Diyarbekir, Şam, Halep, Çıldır, Erzurum, Kars, Van, Rakka, Şehrizor, Musul, Trablusşam, Girit, Cezayir-i Bahr-i Sefid (Kaptanpaşa), Mısır, Yemen, Habeş, Basra, Lahsa, Bağdad, Trablusgarp, Tunus, Cezayir-i Garb.

Osmanlı eyaletlerinin bazısı doğrudan merkeze bağlı olurdu. Buralarda tımar, zeamet, has sistemi mevcuttu. Bazıları ise, salyaneli (yıllıklı) idi. Adları sayılan son dokuz eyalet salyaneli idi. Bunlara, müstesna eyalet, havass-ı vüzera da denilirdi. İdari bakımdan ve vergi mükellefiyetleri açısından, devletin umumi hükümleri haricinde bırakılmış eyaletlerdi.

XVI. yüzyılda uzak eyalet beylerbeyinin sultan adına bazı hakları kullanmaları vardı. Bazı tevcihatı yaparlar, komşu devletlerle görüşmelerde bulunurlardı.

Ayrıca, "eyalet-i mümtaze" denilen özel imtiyaz anlaşmalarıyla idare olunanlar vardı.

Eyalet sözü, tapu defterlerinde bazen daha küçük idari bölgeler için de kullanılmıştır: Eyalet-i Turhal, Eyalet-i Kazabad, Eyalet-i Rum gibi.

Anadolu ve Rumeli eyaleti kendi bünyesinde sağ kol ve sol kol diye iki bölüme ayrılırdı. Beylerbeyinin oturduğu livaya, paşa sancağı denirdi.

Eyalet-i mümtaze, imtiyazlı eyalet anlamınadır. Osmanlı Devleti'nde özel bazı imtiyazları olan ve bunlara göre yönetilen idari birimlerdir. Bunlar, devlete yıllık maktu bir vergi verirler, bazı seferlere asker yardımı ile katılırlar, iç işlerinde serbest olurlardı. Ahalisinin bir kısmı Hıristiyan olan bölgelerin bazısı XIX. yüzyılda eyalet-i mümtaze halini aldı.

Osmanlı eyalet-i mümtazeleri şunlardı: Mekke Şerifliği, Mısır Hidivliği, Sisam Beyliği, Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı, Kıbrıs Adası, Bulgaristan Emareti, Bosna-Hersek, Kırım Hanlığı, Erdel Beyliği, Eflak-Boğdan Voyvodalığı, Aynaroz.

Eyalet-i mümtaze olan bölgelerden elde kalanların 1908'den sonra imtiyazları ilga olunarak, normal vilayet sekline kondu.
 

EYALET ASKERİ

Tanzimat'tan önceki dönemde Osmanlı askeri teşkilatında ordunun iki bölümünden birine verilen ad.

Diğerine "Kapı kulu" denirdi. Eyalet ve sancaklar gelirlerinin büyük bir bölümünü teşkil eden aşar, ferağ ve intikal harçları tımar, zeamet ve has adı ile vezirler ile diğer devlet büyüklerine bırakılmış ve bunların geliri ölçüsünde sefer zamanında gerektiği kadar asker çıkarmaları kanun ile belirlenmiştir. Bu bakımdan eyalet askerleri, kapıkulu askerinden fazla miktarda idiler. Beylerbeyi ve sancak beyleriyle, ümera, sulh zamanında "daire halkı" adı altında maiyetlerinde bir askeri kuvvet bulundururlardı. Ancak, bazı eyalet ve sancakların öşür ve diğer gelirleri doğrudan doğruya Devlet Hazinesi adına toplanır, memleketin muhafazası için gerekli askerlerin salyanesi de bu gelirden ödenirdi. Eyalet askerleri sulh zamanında silah altında bulunduğu gibi, sonraki redif ve mustahfız askeriyle birlikte sefer zamanında silah altına alınırlardı. Eyalet askeri, yerli kulu piyadesiyle serhat kulu ve topraklı adını taşıyan süvari askerinden meydana gelirdi. Yerli kulu piyadesi beylerbeyilerle sancakbeylerinin yönetiminde idiler. Zabitleri de bunlar tarafından tayin edilir, maaşları eyalet veya sancağın idare şekline göre kendileri veya Devlet Hazinesi tarafından dağıtılırdı. Bu piyadeler beş sınıftan meydana geliyordu. Azep, sekban, icareli, lağımcı, müsellem.

Büyük eyalet merkezlerindeki Yeniçeriler, kalelerde müstahdem yamakları adındaki mustahfız askerleri de bu kısma dahildi. Serhadkulu, serhadlerde müstahdem daimi süvari askeriydi. Bunlar önceleri üç sınıftı: Deli, gönüllü, beşli. Daha sonra levend ve hayta adıyla iki sınıf daha ilave edilmiştir. Topraklı süvariler, tımar, zeamet ve has sahipleriyle bunların sefer zamanında kanun gereği çıkarmak zorunda oldukları cebelilerden oluşurdu. Sulh zamanında devlet tarafından kendilerine verilen toprağın hasılatıyla geçimlerini sağladıklarından bunlara Topraklı adı verilmiştir.

Sancaklarda bulunan tımar ve zeamet sahibi ile cebeliler sefer zamanında sancakbeyinin bayrağı altında toplanırlar, sancakbeyleri de bağlı oldukları eyalet paşasının komutası altında sefere giderlerdi.

Sefere memur olarak tımarlıların onda biri memleket hizmetinde bulunmak, gidenlerin dirlik işlerini gidermek üzere sancaklarında kurucu adıyla kalırlardı. Süvari askerinin sefer zamanında iaşesi de tımar, zeamet ve has sahiplerine aitti.
 

 
FACEBOOK
 
Facebook'ta Paylaş
GOOGLE
 
 
Bugün 14 ziyaretçi (14 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol