B

BAB-I ALİ

Osmanlı İmparatorluğu'nda sadrazamlık dairesine verilen ad.

XIX. yüzyılın başlarında kullanılan bu ad, giderek resmi bir şekilde, Osmanlı hükumetini ifade etmiştir.

Farsça der ve Arapça bab kelimeleri Osmanlılar’da kapı anlamına kullanılarak saray veya sadrazam kapısı, devlet ve hükumet merkezini ifade etmiştir: Der aliyye, Der saadet, Bab-ı saadet, Bab-ı asafi, Bab-ı ali gibi.

Sadrazamın başkanlığı altında ve sarayda toplanan divan, XVIII. yüzyıl sonlarında önemini kaybederek, işler paşa kapısına geçince, vezir-i azamların "asaf" sıfatı ile anılmalarından dolayı, "Bab-ı asafi" daha sonra, "Bab-ı ali" gibi deyimler kullanılmıştır. "Bab-ı ali" deyimi ise, XIX. yüzyıl başında iyice yerleşmiştir.

Paşa kapısı, XVII. yüzyıla kadar sadrazamların oturduğu semte göre değişik yerlerde bulunuyordu. IV. Mehmed dönemi sadrazamlanndan Mehmed Paşa'ya padişah tarafından hediye edilen ve şimdiki Bab-ı ali'nin yerinde bulunan konak, paşanın ölümünden sonra sadrazamlık görevine gelenler tarafından da, devamlı olarak kullanılmış ve böylece "Bab-ı ali" sarayın yakınında yer almıştır. Böyle olmakla birlikte zaman zaman, sadrazamlardan bazıları, ya kendi istekleriyle ya da 1755, 1808, 1826 ve 1829 yangınları gibi imkansızlıklarla, başka başka yerlerde oturmuşlardır. Bina, 1844'de kagir olarak yeniden yapılmıştır.

Kalınca bir sur ile çevrilmiş olan Bab-ı ali'de, önceleri harem ve selamlık daireleri vardı. Binaya ek olarak büyük mutfaklar, ahırlar, muhafız askerlerin koğuşları da bulunuyordu. İki katlı olan binanın alt katını kalemler ve büyük memurların odaları, üst katını da sadrazamların daireleri ile ailelerinin oturmalarına mahsus bölümler teşkil ederdi. Binanın etrafındaki sur, Tanzimat devrinde yıkılmış, harem dairesi de kaldırılmış, sadrazamların ailelerine oturmaları için, başka bir konak ayrılmıştır.

Bab-ı ali'de görevli olan hükümet adamları, sırasıyla tevkii, reisü'l-küttap, sonra kethüda-i sadr-ı ali ile çavuşbaşıdan ibaretti. Kahya bey diye de anılan

kethüda-i sadr-ı ali, sadrazamın yardımcısı ve müsteşarı sayılır, içişleri ve askerlik meseleleri ile uğraşırdı.

Reisü'l-küttap dış işlerine bakar, sadrazam tarafından padişaha arz olunacak önemli işler hakkındaki yazılan da hazırlardı. Maiyetinde divan-ı hümayun tercümanı amedçi, beylikçi gibi, Bab-ı ali'nin ileri gelen memurları bulunurdu. Reisü'l-küttapların yardımcısı durumunda olan tercümanların, yabancı elçilerle münasebetlerde önemleri büyüktü. Tercümanlar, elçilerin sadrazamlar ve reisü'l-küttap ile yaptıkları görüşmelerde bulunurlar, padişah tarafından kabullerinde tercümanlık ederlerdi. Çavuşbaşı, halkın sadrazama verdiği dilekçeleri inceler, şikayetçileri dinler ve suçlu olanları mahkemeye verirdi. Aynı zamanda zaptiye nazırı durumunda idi.

Bab-ı ali'de memur ve hademelerinin sayısı 300 ile 500 arasında değiştiği gibi sadrazamların özel hizmetleri için görevlendirilen 1000'e ulaşan kapıkulu da vardı.

"Vaka-i Hayriyye"ye kadar Bab-ı ali'de devlet işleri başlıca iki yolda yürütülmüştür: Dış işleri ile diğer önemli hususlar için sadrazam, kaptan paşa, şeyhülislam, kethüda, defterdar, reis efendinin bulunduğu hususi bir meclis kurulurdu. Adi davalar ile diğer işler ise İstanbul kadısının da bulunduğu Sadreyn'in sadrazam huzurunda toplandığı arz odasında görülürdü.

Bab-ı ali teşkilatında 1836'da esaslı değişiklikler yapılarak nezaretler kurulmuştur. Kahya bey, reisü'l-küttap, defterdar ve çavuşbaşı gibi sadrazamın maiyetinde bulunan Bab-ı ali'nin yüksek görevlileri bu defa, dahiliye, hariciye, maliye ve zaptiye nazırları sıfatıyla sorumlu birer devlet adamı haline gelmişlerdir.

II. Mahmud devrinde, 1838'de teşkil olunan "Dar-ı Şura-yı Bab-ı ali" meclisi Bab-ı ali'de göreve başladığı gibi, "Meclis-i vala-yı ahkam-ı adliye" de bir müddet sonra, buraya nakledilmiştir.

Tanzimat'tan sonra 1854'de Bab-ı ali'de bir de "Meclis-i ali-i Tanzimat" kurulmuştur. 1868'de "Meclis-i vala-yı ahkam-ı adliye" ikiye bölünmüş, bir bölümü Şura-yı devlet haline gelerek Bab-ı ali'de kalmış, diğer bölümü de sonradan adliye nezaretine dönüşecek meclis olarak Bab-ı ali'den ayrılmıştır.

Abdülmecid devri ile Abdülaziz'in ilk zamanlan, Osmanlı İmparatorluğu'nun temsil edildiği, idari ve siyasi kuvvet ve yetkinin tamamen saraydan Bab-ı

ali'ye geçtiği devirdir. II. Abdülhamid döneminde, bütün idare yine sarayda toplanmış ve Bab-ı ali etkisiz kalmıştır. Bu hal II. Meşrutiyet'e kadar sürmüştür.

Bab-ı ali 1878'de, kısmen yanmış, yeniden yaptırılmış, 1911'deki yangında ise sadaret ve hariciye nezareti bölümleri kurtularak, ortadaki Şura-yı Devlet ve dahiliye nezareti kısımları yanmış, bir daha yapılamamıştır.

Bab-ı ali'nin bulunduğu bina, önce Büyük Millet Meclisi Hükumeti'nin İstanbul Temsilciliğine verilmiş ve sonradan sadaret kısmı, İstanbul Vilayet Konağı ve hariciye nezareti kısmı da Defterdarlık olmuştur. Defterdarlık binası da yanmıştır.

BAB-I ALİ BASKINI

Balkan Savaşı Osmanlı Devleti'nin birbiri peşisıra uğradığı yenilgiler ile sona ermiş; ordu Çatalca'ya kadar çekilmek zorunda kalmıştır. Kötü hava şartları, ulaştırma güçlükleri, politikaya bulaşan birliklerin birbiriyle olan bağlantılarının kaybolması yanında, o sıralarda ortaya çıkan kolera hastalığı da toparlanmaya çalışan ordunun gücünü zayıflatmıştır. Bu durum karşısında sadrazam Gazi Ahmed Muhtar Paşa, uğranılan felaketlerin sorumlusu olarak, görevinden istifa etti; yerine Kamil Paşa sadarete geçti.

Kamil Paşa, devletin düştüğü bu kötü durumu düzeltmek yolunda, büyük devletlerle işbirliğini sağlayarak yeni bir anlaşmanın esaslarını hazırlamaya çalışıyordu. Londra'da yapılan konferansta, büyük devletler, Osmanlı sınırının Enez-Midye hattına çekilmesini teklif etmişlerdi. Bu müzakereler sürerken,

İttihat ve Terakki Cemiyeti de, karşılaşılan bu felaketlerde beceriksiz iktidarların büyük sorumlulukları bulunduğunu; Kamil Paşa hükumetinin de Edirne'yi Bulgarlara terkederek Enez-Midye hattına çekilmeyi kabul ettiği söylentilerini yayıyordu. Edirne'nin terki, halk üzerinde derin bir üzüntü yaratmıştı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti bu uygun ortamdan yararlanmak ve kaybettirilen iktidarı yeniden kazanmak için hazırlıklara girişti. Gaye, sadrazam Kamil Paşa'nın istifa ettirilerek kabinenin düşürülmesi; siyasi iktidara sahip olunmasıydı. Kararın uygulanmasında Enver Bey ve Talat Bey'in gayretleri büyük olmuştur.

Enver ve Talat beyler, İttihat ve Terakki mensupları, muhafız birliğinin müdahalesi olmaksızın Sadaret dairesindeki küçük sofaya girmişlerdir. Gürültüler üzerine oraya gelen Nazım Paşa, vurulmuştur. Kamil Paşa, bu sırada Başkatip Ali Fuad Beyle (Türkgeldi) görüşmekteydi. Talat ve Enver beyler Sadrazam Kamil Paşa'nın yanına gelerek istifasını istemişlerdir. Kamil Paşa'nın yazdığı istifa dilekçesindeki "Cihet-i askeriye" tabirine "ve ahali" kelimesini de ilave ettirerek aldıkları istifa dilekçesi bizzat Enver Bey tarafından saraya götürülerek padişaha arzedilmiştir.

İstifa kabul olunarak İttihat ve Terakki'nin adayı Mahmud Şevket Paşa Sadarete geçmiştir. Böylece, yakın tarihimizde "Bab-ı ali Baskını" diye adlandırılan olay sonucunda İttihat ve Terakki'nin yeniden iktidarı sağlanmıştır.
 

BAB-I DEFTERDARİ

Osmanlı İmparatorluğu'nda Defterdarlık dairesidir.

Defterdar Kapısı da denirdi. Bab-ı Defteri olarak da adlandırılmıştır. Defterdarlık dairesi teşkilatı kuruluşundan, Maliye Nezareti adını alıncaya kadar ihtiyaca göre değiştirilmek suretiyle genişletilmiştir.

M. Z. Pakalın, D'Ohssan'dan aktardığı bilgilere göre "Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, (c.1,140-141), Bab-ı Defterdari'de, XIX. yüzyılın başlangıcında 32 kalem ve burada görevli 700 kişinin bulunduğunu belirterek aşağıdaki listeyi vermektedir:

1-Büyük Ruznamçe Kalemi

2-Başmuhasebe Kalemi

3-Anadolu Hesabi Kalemi

4-Süvari Mukabelesi Kalemi

5-6-Sipahi ve Silahtarlar Mukabele Kalemi

7-Haremeyn Hesabat Kalemi

8-Cizye Muhasebe Kalemi

9-Mevkufat Kalemi

10-Evamir-i Maliye Kalemi

11-Küçük Ruznamçe Kalemi

12-Piyade Mukabelesi Kalemi

13-Küçük Evkaf Muhasebe Kalemi

14-Küçük Kale Kalemi

15-Büyük Kale Kalemi

16-Maadin Mukataa Kalemi

17-Saliyane Mukataa Kalemi

18-Haslar Mukataa Kalemi

19-Başmukataa Kalemi

20-Haremeyn Mukataası Kalemi

21-Dersaadet Mukataası Kalemi

22-Bursa Mukataa Kalemi

23-Avlonya Mukataaları Kalemi

24-Kefe Mukataa Kalemi

25-Tarihçilik Kalemi

Bu 25 kaleme 7 kalem daha ilave edilmişti:

1-Defterdarlığın muhtelif kalemlerine dağıtılmış bütün malikanelerin umumi defterini tutan malikane kalemi

2-Beytülmale ait borçları kaydeden zimmet kalemi

3-Gerek mahluliyet, gerek müsadere dolayısıyla Hazine'ye intikal eden emlake ait işleri niyet eden muhallefat kalemi

4-Malikaneler üzerine kurulmuş olan % 10 kalemiye-i cibayet ile mükellef kalem.

5-Posta işleriyle uğraşan menzil kalemi

6-Koyun ve keçilere konulan resme ait adet-i ağnam kalemi

7-Episkopos kalemi ki devlet bu kalem vasıtasıyla Müslüman olmayan tebaanın resimleri ile münasebette bulunurdu.

Bu yedi kalemden ilk üçü başmuhasebe kalemine, diğer üçü mevkufat kalemine ve sonuncusu ise onuncu kaleme bağlı idi.

II. Mahmud Yeniçeri Ocağı'nı kaldırdıktan ve tımar usulünü lağvettikten sonra biri askeri hesaplara bakmak üzere Masarifat Nezareti, diğeri de iltizama verilmesi usulü kaldırılmış olan mukataaların idaresi için Mukataat Nezareti olmak üzere iki yeni teşekkül kuruldu. 1250 (1834) tarihinde Masarifat Nezareti kaldırılarak Şıkk-ı Evvel Defterdarlığı, Hazine-i Amire ve Mansure Defterdarlığı adlarıyle iki kısma ayrıldı. Nihayet Tanzimat Fermanı'ndan evvel yazılan 3 Zilhicce 1253 (1838) tarihli ferman ile muhtelif devair birleştirilerek ve defterdarlık tabiri kaldırılarak Maliye Nezareti 1255 (1838) Cumade'l-ula'da Hazine-i mukataat ve Hazine-i amire unvanıyla ikiye ayrılarak defterdarlık unvanı, yeniden ihdas edilmiş, 1255 Recebinde de (Haziran 1839) Hazine-i mukataat defterdarına yirie Maliye Nazırı unvanı verilmiş ve diğeri Hazine-i Amire Defterdan olarak bırakılmıştı. Fakat 1257 (1841) yılında, bu iki Hazine Umur-ı Maliye Nezareti adı altında yeniden birleştirildi.
 

BAB-I HÜMAYUN

Topkapı Sarayı'nın Ayasofya'ya bakan büyük kapısıdır.

Sultan Fatih Mehmed tarafından yaptırılmıştır (1478). Bab-ı Hümayun, Saray'ın saltanat kapısı olması yönünden önem taşır. Osmanlı dönemindeki büyük törenlerde, alaylarda bu kapı kullanılmıştır.
 

BAB-I MEŞİHAT

Osmanlı imparatorluğu döneminde Şeyhülislamlık makamıdır.

Şeyhülislam'ın vazife gördüğü bu yere, fetvaların burada verilmesinden dolayı Bab-ı Fetva da denirdi. Şeyhülislamlık kapısı olarak da adlandırılmıştır.
 

BAB-I SERASKERİ

Osmanlı İmparatorluğu'nda II. Meşrutiyet'den (1908) önceki Harbiye Nezareti, Serasker kapısı adı ile de anılmıştır.
 

BABÜ'S-SAADE

Topkapı Sarayı'nda 3. kapıdır.

Akağalar Kapısı, Enderun Kapısı olarak da adlandırılır.

Enderun denilen üçüncü avluya geçiş bu kapıdan olur; cülus ve bayram tebrikleri merasimi bu kapı önünde yapılırdı. Kapının her iki tarafında akağalara ait koğuşlar bulunurdu. Son şeklini III. Selim döneminde almıştır.
 

BABÜS-SAADE AĞASI

Osmanlı sarayında Akağaların başı ve sarayın en büyük yetkilisidir.

Bu görev, II. Murad zamanında kurulmuştur. Babü's-saade ağaları XVI. yüzyıl sonlarına kadar, harem de dahil olmak üzere sarayın en büyük amiri sayılırlardı, Darü's-saade ağalığı da ilave olarak Babü's-saade ağalarının üzerinde idi.

Fatih kanunnamesi hükmüne göre Babü's-saade ağası, padişaha doğrudan doğruya söz söyleyebilecek dört arz ağasından birincisidir. 1587'de Darü's-saade ağalığı görevi Babü's-saade ağalarından alınmış, sonra tekrar birleştirilmiş ve 1594'ten sonra görevler tekrar ayrılmıştır.

Babü's-saade ağaları, seferde ve barış zamanlarında veya camiye çıkışlarda padişahla birlikte bulunurlardı; padişah göçte ve avda bulunduğu zamanlar ise sarayda kalırlardı. Saraydaki görevlerinden ayrılanlar, vezirlik rütbesiyle Mısır valiliğine gönderilirdi. XVI. yüzyıl sonlannda doksan akçe gündelikleri, her yıl onbeş zira tülbent ve onaltı endaze atlas hakları, üçbin akçe kuşak bedelleri ile on-sekiz bin akçe de para olarak ayrıca yıllık ödenekleri vardı.

Babü's-saade ağaları, Babü's-saade kapısının yanındaki odada otururlardı. Maiyetinde yine ak hadımlardan miftah, peşkir, ibrik ve şerbet gulamları bulunurdu. Sarayda padişahlann mutlak vekilleri olan Babü's-saade ağalarının bu yetkileri sonradan kısılmış, Darü's-saade ağaları (Kızlar Ağası) bağımsız olarak sarayın harem kısmının nazırı olmuşlardır.

Babü's-saade ağaları, XVIII. yüzyıla kadar yine saray hizmetlerinin baş amiri olarak kalmışlardır, sonraları ise diğer saray ağaları bunların idaresinden çıkmışlar, böylece önemleri azalmış, saraydaki beyaz hadımların (akağaların) amiri durumuna düşmüşlerdir. 
 

BABÜ'S-SELAM

Topkapı Sarayı'nın orta kapısıdır. Bab-ı Hümayun'dan girilen ve birinci avlu denilen Alay Meydanı'nın sonunda, çifte kulesi olan ikinci kapıdır. 

 

BAC-I UBUR

Osmanlı İmparatorluğu'nda, yabancı bir ülkeden getirilerek başka bir ülkeye giden imparatorluk yollarından geçirilen emtiadan alınan vergidir. "Müruriyye" olarak da adlandırılırdı.

 

BAĞDAT KÖŞKÜ

Topkapı Sarayı'nda ve 1638 yılında Bağdat'ın zaptı hatırasını ebedileştirmek üzere yapılan ve "Bağdat Köşkü" adı verilen köşk.

Mimarı kesin olarak bilinmemekle beraber, biçim araştırması yönünden zamanın mimarbaşısı Kasım'ın eseri olduğu sanılmaktadır.

Bağdat Köşkü, Topkapı Sarayı'nda, dördüncü avluda Hırka-i Saadet dairesi önünde yapılmış setler üzerine kurulmuştur. Köşkten Boğaz ve Eyüp'e kadar Haliç görülmektedir. Köşk, sekiz köşeli geniş bir plan üzerine yapılmıştır. İçeride dört köşeye sedir eyvanları yerleştirilmiştir. Duvarlarda altlı-üstlü iki sıra halinde 32 pencere vardır. İki pencere katı arasında uzanan dar ve uzun kısımları, üzerinde beyaz yazılarla işlenmiş ayetler taşıyan mavi çinilerle süslenmiştir. Bu yazılar Enderun'dan Tophaneli Mahmud Çelebi hattıdır.

Köşkün kapıları, pencereleri ve dolaplarının kanatları fildişi, sedef ve bağa ile; iç duvar ve kemerleri ise kubbeye kadar emsalsiz çinilerle bezenmiştir. Bronz ocak da başlıbaşına bir sanat şaheseridir.
 

BAHRİYE NEZARETİ

 XIX. yüzyıldan saltanatın kaldırılmasına kadar deniz kuvvetlerinin bağlı olduğu nezaret.

Osmanlı Devleti'nde deniz kuvvetlerinin yönetimi Kaptan-ı Derya veya Kaptan paşalara verilmiş ve kalyonlar filosu kurulunca (1682), denizcilik önem kazanmıştır. Baş muhasebeci Mustafa Efendi Şıkk-ı Salis defterdarlığı rütbesiyle kalyonlar defterdarlığına getirilmiş; bu göreve bir süre sonra Tersane Emirliği adı verilmiştir.

III. Selim döneminde, donanmanın yeniden düzenlenmesi ile (1804) bu göreve Moralı Seyid Ali Efendi getirilmiş; bunun yanısıra Şıkk-ı Salis ve Tersane-i Amire defterdarlığından başka "Umur-ı Bahriye Nazırı" unvanı da verilmiştir. III. Selim'in tahttan indirilmesinden sonra Bahriye Nazırı Kethüda İbrahim Efendi'nin öldürülmesi üzerine kaldırılmıştır.

II. Mahmud döneminde, deniz kuvvetlerinin ayrı bir önem kazanması ve tersane işlerinin çoğalması üzerine mali konularla ilgilenmek üzere "Bahriye Müsteşarlığı" kurulmuş (1 Temmuz 1837) ve bu göreve o tarihte Evkaf Nazırı bulunan Saffeti Musa Efendi getirilmiştir.

1867'de donanma komutanlığı Kaptan-ı Derya'ya bırakılarak deniz işlerinin mali konuları için Bahriye Nezareti yeniden kurulmuştur. O dönemde Kaptan-ı Derya bulunan Mehmed Ali Paşa, bu karardan gücenerek istifa edince, kaptan paşalık kaldırılmış ve donanmanın idaresi yeni kurulan "Kumanda Meclisi"ne verilerek başkanlığa Vesim Paşa getirilmiştir. Böylelikle, deniz kuvvetleriyle ilgili bütün idari işler Bahriye Nezareti'nde toplanmış ve bu göreve Hazine-i Hassa Nazırı Hakkı İsmail Paşa getirilmiştir.

1876'de Bahriye Nezareti kaldırılarak yeniden Kaptan-ı Deryalık olmuş, bir yıl sonra tekrar Bahriye Nezareti'ne çevrilmiştir.

23 Nisan 1920'de Büyük Millet Meclisi Hükumeti kurulunca, Milli Savunma Bakanlığı'na ayrı bir daire şeklinde bağlanmışsa da 31 Aralık 1924'de ayrıca "Bahriye Vekaleti" kurulmuş ve 2 Kasım 1927'de bu bakanlık kaldırılarak deniz kuvvetleri yeniden Milli Savunma'ya bağlanmıştır.

 

BALIKESİR KONGRESİ (26 TEMMUZ 1919 - 31 TEMMUZ 1919)

Osmanlı Devleti'nin Almanya ve Avusturya- Macaristan ile birlikte katıldığı Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkması üzerine, 30 Ekim 1918'de galipler adına İngilizlerle Mondros Mütarekesi'ni imzalandı. Mütareke hükümlerine göre, galipler, imparatorluk topraklarının önemli gördükleri yerlerini işgal hakkına sahip olmuşlardı. İstanbul hükumetinin çaresizliği vatan topraklarının yer yer elden çıkması ile esaret karşısında Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak gibi cemiyetler, karşı koymaya çaba gösterdiler. Küçük kuruluşların biraraya getirilmesi, bir kuvvet alarak işgale ve esarete karşı koyacak gücün sağlanması yönünden gerekliydi. Bu amaçla, Ege bölgesinde, Ayvalık, Soma, Kırkağaç, Akhisar, Sındırgı, Bandırma, Gönen, Edremit ve Burhaniye'den seçilen delegeler, Balıkesir Müdafaa-i Hukuk'un öncülüğünde Balıkesir'de biraraya geldiler.

Balıkesir Kongresi, 26 Temmuz 1919'da açıldı ve Kongre başkanlığına eski Balıkesir mutasarrıfı Hacim Muhiddin Bey (Çarıklı) seçildi. 31 Temmuz 1919 gününe kadar süren kongrede şu kararlar alındı:

1-Kongrenin gayesi vatanın kurtuluşudur.

2-İşgalci Yunan'a karşı mücadele açılacak ve bu mücadele sürdüğü müddetçe seferberlik şartları uygulanacaktır.

3-Gayeye ulaşmak için hareketi yönetecek bir merkezi heyet kurulacaktır.

4-Mevzii olan çetecilik terkedilerek düzenli birlikler ile işgalci düşman vatan topraklarından atılacaktır.

Kurulan merkezi heyet başkanlığına Hacim Muhiddin Bey'i seçen Kongre, ikinci toplantısını 15 gün sonra Alaşehir'de yaptı. 16 Ağustos 1919'da başlayan Alaşehir Kongresi, Manisa, Alaşehir, Gördes, Demirci, Uşak, ödemiş, Bozdağ ve İnegöl delegelerinin de katılması ile Balıkesir Kongresi'nde alınan kararlar kabul edildiği gibi Yunan vahşeti ve işgal olaylarını incelemek için kurulmuş olan galip devletlerin araştırma komisyonu başkanı General Milne'ye bildirilmesine de karar verilmiştir. Kongre'de ayrıca Sivas'da toplanacak Kongre'ye delege göndermek ve diğer bölgelerin de katılmasını sağlamak gibi hususlar vardır.

Balıkesir Kongresi 13-17 Eylül, 19-29 Kasım ve 10-23 Mart tarihlerinde, üç toplantı yapmıştır. Bu toplantılarda varılan sonuç, işgale karşı koymak gayesiyle düzenli kuvvetler teşkili ile mali kaynakların sağlanmasıdır.

Balıkesir Kongresi, gerek Batı Anadolu'da gerek bütün memlekette milli kurtuluş ruhunu pekiştirmiş, düzenli milis kuvvetleriyle işgale karşı koymak fikrini kabul ettirmiştir.

 

BALIKHANE KÖŞKÜ

Topkapı Sarayı'nın Marmara'ya açılan kapılarından en batısındakine Balıkhane Kapısı adı verilmiştir.

Bu kapının yanında Balıkhane Ocağı mensuplarının oturmasına mahsus Balıkhane Köşkü adı verilen bir yapı vardı.

Tanzimat'tan önceki dönemlerde, padişahların gazabına uğrayan sadrazamlar Saray'dan Balıkhane Kapısı'na indirilir ve oradan gemiye bindirilerek, kararlaştırılan yerlere sürülürlerdi. Ancak, Bostancı-başı Balıkhane Kapısı'na daha önceden gönderilmişse, kapıya indirilen kişi sürgün edilmeyerek, cellada teslim edilir ve boğdurulurdu.

Balıkhane Kapısı'na indirilen son sadrazam, vezirliği üstünden alınarak Gelibolu'ya sürgün edilen, ancak tekrar vezirlikle Erzurum valiliğine ve Şark seraskerliğine atanan Mehmed Said Galip Paşa'dır (1824).
 

BALİ BEY (MALKOÇOĞLU)

II. Bayezid devri komutanlarından. Çok cesur bir akıncı beyi olarak tanınmıştır. Uzun süre Silistre Sancakbeyliği yapan Bali Bey, ayaklanan Eflak Voyvodasının tenkiline memur edilen askere komuta etti. Daha sonra Macaristan'a gönderilen orduya katılarak Varadin Kalesi'ni aldı ve Boğdan voyvodasını bozguna uğrattı. 1499'da 40.000 kişilik bir orduyla Lehistan üzerine akın yapmış, Varşova'yı tahrib ederek, 10.000 kadar esir ve değerli ganimetlerle dönmüştür. Bali Bey, Çaldıran seferinde şehit düşmüştür (1514).
 

BALKAN BİRLİĞİ (İTTİFAKI)

Balkan devletleri arasında kurulan birlik.

Balkan Yarımadası üzerinde yaşayan Sırplar, Karadağlılar, Bulgarlar, Ulahlar, Rumenler, Arnavutlar ve Rumlar çeşitli tehlikelere karşı zaman zaman birleşmek zorunda kaldılar.

Balkan Birliği fikri 1789 Fransız İhtilali'nden sonra milli duyguların Balkanlara da sıçramasıyla gelişmeye başladı. Bu sırada Balkan Yarımadası'na Osmanlı ve Habsburg imparatorlukları hakimdi. Bu iki imparatorluğun tebaaları arasında ilk defa birlik akımları belirmeye başladı ve bağımsızlık hareketlerine giriştiler.

Siyasi ve askeri anlamda tam bir Balkan Birliği fikri 1911-1913 yıllarında ve Osmanlı İmparatorluğu'na karşı doğdu. Önce Bulgaristan, Sırbistan ile (13 Mart 1912); daha sonra da yine Bulgaristan, Yunanistan ve Karadağ ile (29 Mayıs 1912) anlaştı. Bu anlaşmanın amacı Osmanlı İmparatorluğu’nun Balkanlar'daki hakimiyetini yok etmek ve Balkanlardan uzaklaştırmaya yönelik olmuştur.

Ancak bu birlik uzun süre devam etmedi. 1912 yılında başlayan Balkan Savaşlarının ilk safhasında Osmanlı İmparatorluğu yenilince, galipler kendi aralarında savaşa tutuştular. Bu defa Bulgarlara karşı Rumenler, Sırplar ve Yunanlılar bir antlaşma yaptılar.

Aşırı milliyetçilik duyguları Balkan milletleri arasında esasta gevşek olan bağları daha çok zayıflattı. Bulgaristan, II. Balkan ve I. Dünya Savaşlarında yenildi ve toprak kaybetmeye başladığı gibi kendisine Dobruca ve Makedonya verilmedikçe işbirliğine yanaşmadı.

Balkanlar'da ikinci defa birliğin kurulması 1930 yılından sonra tekrar canlandı.
 

BALKAN SAVAŞLARI (EKİM 1912 VE EYLÜL 1913)

Balkan ülkeleri (Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan) ile Osmanlı İmparatorluğu arasında meydana gelen ve iki ayrı safhaya ayrılan savaş.

Çarlık Rusyası, kendi himayesi altında, Osmanlı İmparatorluğu'nu da içine alan bir Balkan Birliği vücude getirerek Osmanlı Devleti üzerinde hakimiyet sağlamak hevesine kapılmış, başarılı olamayınca da, Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu Trablus Savaşı'ndan faydalanarak Boğazlar'dan serbestçe geçmeyi Babıali'ye kabul ettirmek için Balkan devletlerini bu imparatorluk üzerine saldırmaya teşvik etmek yolunu tutmuştur. Bir yandan İtalya ile girişmiş bulunduğu Trablus Savaşı'nın, öte yandan memleket içinde baş gösteren İttihatçı-İtilafçı, mücadelesinin Osmanlı Devleti'nin başına açtığı gaileleri bulunmaz bir fırsat sayan Çarlık Rusyası 1908'de Bosna-Hersek'i topraklarına katarak Güney-Doğu'ya doğru genişlemiş bulunan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu'nun baskısı karşısında kendilerini tehdit altında gören Balkan devletlerini Türkler aleyhine kışkırtmıştır. Bu sıralarda Balkan devletleri arasında başlıca anlaşmazlık konusu Makedonya meselesi olmuştur. Gerek Bulgarlar, gerek Sırplar ve Yunanlılar o zamanlarda Osmanlı İmparatorluğu'na ait bulunan Makedonya üzerinde hak iddia ettiklerinden, Balkan devletleri arasında bir anlaşma sağlanması için önce Makedonya meselesinin halledilmesi gerektiği inancında olan Çarlık Rusyası, ilk önce Bulgaristan ile Sırbistan'ın aralarında uyuşmalarını sağlamıştır. Buna göre Makedonya'nın Bulgaristan tarafına düşen parçası Bulgarlara Sırbistan'a yakın olan tarafları Sırplara, güneyi ise, Bulgaristan ve Sırbistan ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu'na saldırmak amacı ile yapılacak bir antlaşmaya girdiği takdirde Yunanistan'a kalacaktır. Orta yerde kalan küçük bir toprak parçası üzerinde şimdilik durulmamış, ileride bir anlaşmazlık çıkması halinde Rusya'nın hakemliğine başvurulacağı kararlaştırılmıştır.

Osmanlı topraklarına karşı 13 Mart 1912'de Bulgaristan ile Sırbistan arasında imzalanan antlaşmaya göre Balkanlar'ın başka yerlerinde statüko korunacak; eğer bu bozulursa iki müttefik devlet işbirliği yaparak hareket edeceklerdir. Yunanistan 29 Mayıs 1912'de bu antlaşmaya katılmış, 2 Temmuz 1912'de Bulgar ve Sırp, 25 Eylül'de de Bulgar ve Yunan askeri antlaşmaları yapılmıştır. Bu sıralarda, Sırplar, o zaman ayaklanmış bulunan Arnavutların da yardımlarını sağlamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmak için yapılan bu hazırlıklardan, iç ve dış gailelerle uğraşan Bab-ı ali'nin hiç haberi olmamış, hatta Rumeli'de yapılan büyük bir manevradan sonra, ordu terhis edilmiştir.

Vergi vermeyi reddederek dağlara çıkan Arnavut çetelerine karşı Osmanlı hükumetinin gönderdiği kuvvet karşısında çetecilerin Karadağ'a kaçması üzerine bunları teşvik ve himaye eden Karadağ, bu kadar kalabalık mülteciyi besleyecek durumda olmadığını ileri sürerek büyük devletlere başvurmuş, Bulgaristan ve Sırbistan hükumetleri de bu hale bir son verilmesini istemişlerdir. Savaşı önlenmeyi ister görünen büyük devletler, hangi taraf yenilirse yenilsin, Balkanlar'da statükonun muhafaza edileceğini ilan etmişlerdir. Osmanlı sınırına saldıran Karadağ'a karşı Bab-ı ali asker göndermeye başlayınca Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ hükumetleri, 3 Ekim'de bir nota vererek Osmanlı hükumetinden üç gün içinde eski Sırbistan, Makedonya, Arnavutluk ve Girit'e bağımsızlık verilmesini istemişlerdir. Bu mühlet bitince aynı istekleri tekrarlamışlar ve büyük devletlere de yine müşterek bir nota vererek, ikinci defa belirlenen üç gün içinde Bab-ı ali muvafakat etmediği takdirde isteklerini silah kuvveti ile kabul ettireceklerini bildirmişlerdir. 8 Ekim 1912'de Karadağ, Osmanlı İmparatorluğu'na savaş ilan etmiştir.

Balkan devletlerinin bu hareketlerini kendi içişlerine müdahale sayan Osmanlı hükumeti de, 18 Ekimde bu devletlere savaş ilan etmiş ve böylece Balkan Savaşı başlamıştır.

Bütün bunlar olurken Balkan devletleri seferberliklerini tamamlayıp her türlü hazırlıklarını bitirmiş bulundukları halde ordusunu bile terhis etmiş olan Osmanlı İmparatorluğu, tamamıyla gafil avlanmıştır. Rumeli'de Osmanlı askeri kuvvetleri, Doğu-Trakya'da Şark Ordusu ve Makedonya'da Garp Ordusu adı altında iki bölüm halinde idi. Genel karargah İstanbul'da olup Başkomutan vekili Nazım Paşa harekatı buradan idare ediyordu. Şark Ordusu'na Abdullah Paşa, Garp Ordusu'na da Ali Rıza Paşa komuta etmekte idiler.

Kırklareli-Hasköy hattında toplanmakta olan Osmanlı Şark ordusu 23 Ekim 1912 günü kendisinden üç kat üstün Bulgar ordusu tarafından saldırıya uğramış, 24 Ekime kadar devam eden savaşlardan sonra yenilmiştir. Bulgar ordusunun baskısı karşısında Lüleburgaz-Karaağaç hattında da tutunamayan Osmanlı kuvvetleri ancak Çatalca hattında ve yeni takviye birlikleri aldıktan sonra, süratle İstanbul'a doğru ilerleyen Bulgar ordusunun saldırısını kırmış ve 17-22 Kasım savaşlarında düşmanı yenmiştir.

Makedonya'da bulunan Garp ordusu ise 23-24 Ekimde Komanova'da Sırplara karşı yenilgiye uğrayarak Arnavutluk istikametinde dağılmıştır. Selanik'te bulunan Tahsin Paşa 35.000 kişilik ordusunu savaşmadan Yunanlılara teslim etmiştir. Ege Denizi'nde egemenlik de Yunanlılarda kalmıştır. Balkanlılar istila ettikleri yerlerde oturan bütün İslam ahaliye karşı tüyler ürpertici, insanlık adına yüz kızartıcı bir vahşetle hareket etmişlerdir.

Osmanlı ordusunun bu yenilgileri üzerine hükumet değişmiş ve sadarete Kamil Paşa geçmiştir (29 Ekim). Bab-ı ali 3 Kasımda mütareke ve barış görüşmelerine başlamak için büyük devletlere baş vurmak zorunda kalmış ve gerçekten de 3 Aralık 1912 tarihinde Yunanistan katılmamak üzere bir mütareke imzalanmıştır.

Bu tarihe kadar yapılan savaşlarda Osmanlı ordusu hemen her yerde yenilmiş, Avrupa'da Osmanlı İmparatorluğu tasfiye edilmiş bir duruma düşmüştür. İmparatorluk, Edirne, Yanya ve İşkodra savunmaları ile "Hamidiye" kruvazörünün Ege Denizi'ndeki kahramanca hareketlerinden başka askeri bir başarı gösterememiştir.

Çatalca savunması, İstanbul'un Bulgarlar eline geçmesinden kuşkulanan İngiltere ile Rusya'nın endişelerini gidermekle beraber, Sırpların Adriyatik Denizi’ne inmek üzere Arnavutluk topraklarını işgale başlaması, Avusturya ile İtalya'yı harekete getirmiş, Berat Mebusu İsmail Kemal Bey'i teşvik ederek Arnavutluk'a bağımsızlık ilan ettirdikten sonra bu yeni devletin tarafsızlığını tanımak suretiyle Sırpların ilerlemelerine bir set çekmişlerdir.

Karadağlıların Arnavutluk'a ait İşkodra' yi işgal etmeleri yüzünden çıkan buhran da Avusturya'nın silahla müdahale etmek tehdidi karşısında Karadağlıların çekilmesi ile halledilmiştir.

Mütarekeden kısa bir zaman sonra 23 Ocak 1913'te başlayan barış görüşmelerinde, Kamil Paşa kabinesini devirip Mahmud Şevket Paşa kabinesini kurmak suretiyle İstanbul'da iktidara geçen İttihat ve Terakki'nin aşırı Bulgar isteklerini kabul etmemeleri özellikle Edirne gibi birçok bakımlardan önemli bir şehrin elden çıkmasına razı olmamaları yüzünden bir anlaşmaya varılamamıştır. Bunun üzerine 3 Şubatta yeniden savaşa başlamıştır. 6 Martta Yunanlılar, kuşatmış bulundukları Yanya Kalesi'ni düşürmeğe 26 Martta Bulgarlar Edirne'yi hücum ile işgal etmeğe; 23 Nisanda Karadağlılar, Arnavutluk'un bağımsızlığı için çalışanlardan Esat Paşa (Toptani)'nın ihaneti yüzünden İşkodra'yı ele geçirmeye muvaffak olmuşlardır. Ancak Karadağlılar, Avusturya'nın baskısı karşısında bu şehri 5 Mayısta boşaltarak büyük devletlerin meydana getirdiği bir askeri birliğe teslim etmek zorunda bırakılmışlardır. Böylece Balkanlar'da kendilerini kahramanca savunan son Türk kaleleri de elden çıkmıştır.

Bu arada büyük devletlerin temsilcilerinden oluşan Londra Konferansı'ndaki görüşmeler sonunda hazırlanan bir banş antlaşması, Osmanlılar ve Balkan devletleri tarafından kabul edilerek, 30 Mayısta imzalanmıştır. Buna göre Osmanlı İmparatorluğu ile Bulgaristan arasında sınır olarak Midye-Enez hattı tesbit olunmakta; Selanik, Güney Makedonya ve Girid Yunanistan'a; Kuzey ve Orta Makedonya Sırbistan'a; Trakya, Edirne ve Dedeağaç Bulgaristan'a; Silistre de, bütün bu olaylar sırasında tarafsız kalmış olmasının bir mükafatı olarak Romanya'ya verilmekteydi. Böylece Birinci Balkan Savaşı bitmiş ve Osmanlı hükumeti Edirne'nin de kaybına boyun eğmek zorunda kalmıştır.

Fakat çok geçmeden durum birdenbire değişmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun Balkanlardaki topraklarının paylaşılması sırasında en büyük payı alan Bulgarlara karşı Sırplar ve Yunanlılar, aralarında anlaşmışlardır. Bunu anlayan Bulgaristan hemen saldırıya geçince (26 Haziran) Romanya da Bulgaristan'a saldırmış, Osmanlı hükumeti de Bulgaristan'a karşı girişilen bu hareketlere katılarak Edirne'yi geri almıştır (21 Temmuz).

İkinci Balkan Savaşı ancak kırk gün sürmüş, her tarafta yenilen Bulgaristan barış isteğinde bulunarak 10 Ağustos 1913'te Bükreş Barış Antlaşması'nı imzalamak zorunda kalmıştır.

Bükreş barışından sonra 29 Eylül 1913'te Bulgaristan ile Osmanlı İmparatorluğu arasında İstanbul Barış Antlaşması imzalanmıştır. Bulgaristan ile Türkiye arasında sınır olarak, Ege kıyısında Dedeagaç Bulgarlarda kalmak üzere, Meriç hattı kabul olunmuştur. 14 Kasım 1913'de imzalanan Atina Antlaşması Yunanistan ve 14 Mart 1914 tarihli İstanbul Antlaşması da Sırbistan ile Osmanlı Devleti'nin Balkan savaşlarından sonraki karşılıklı münasebetlerini düzenlemiş bulunmaktadır.
 

BALTA LİMANI ANTLAŞMALARI

XIX. yüzyılın ilk yarısında Boğaziçi'nin Rumeli kıyısında, Balta Burnu ile Boyacıköy arasındaki Balta Limanı adını taşıyan yerde, devlet büyükleri yalılar yaptırmışlardı. Bu yalıların en önemlisi Mustafa Reşit Paşa'nın yaptırdığı kagir yalıdır. Balta Limanı antlaşmaları adı verilen antlaşmaların, yabancı devletlerle yapılan siyasi müzakereleri, bu yalıda cereyan etmiştir. Bu çok önemli siyasi müzakerelerin sonunda da antlaşmaların imzalanması yine Balta Limanı Yalısı'nda gerçekleşmiştir.

Bu antlaşmaların içinde en önemlisi ve üzerinde en çok konuşulanı 1838'de Mustafa Reşid Paşa Hariciye Nazırı iken imzalanan 16 Ağustos 1838 tarihli İngiltere ile yapılan ticaret antlaşmasıdır. Reşid Paşa'nın bu antlaşma ile ilgili bir yazısında, "İlk defa hücuma uğradığım ve siyasi düşmanlarımın en ağır tenkitlerine maruz kaldığım antlaşma budur" diye yazılıdır.

O dönemde dışişlerinin yürütülmesinde Reşid Paşa'ya yardımcılık yapmak üzere, Kani Bey ve Nuri Efendi hizmet ediyorlardı. Böylece Osmanlı Hariciye Nazırı'nın yanında oluşan bu heyete karşı, İngilizler, İngiltere Büyükelçiliği Başkatibi Bulver ve Başkonsolos Kartwitght'i siyasi müzakerelere memur ettiler.

Büyükelçi Ponsonley ile Reşid Paşa'nın antlaşmayı imzalamaları bu heyetlerin sürekli çalışmaları ile gerçekleşmiş ve bu ünlü ticaret antlaşması Balta Limanı Yalısı'nda imzalanmıştır.

Bu antlaşmanın imzalanmasından sonra diğer Avrupa devletleri de Balta Limanı Yalısı'nda siyasi müzakereler yaparak çeşitli ticaret antlaşmaları imzalamışlardır.

İngiltere ile imzalanan bu ticaret antlaşmasının, İngiltere'nin ekonomik çıkarlarına uygun olarak düzenlendiği ve Osmanlı ekonomisini tahrip ettiği ileri sürülmektedir.

Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'nın isyanı yüzünden, Osmanlı Devleti'nin uğradığı mağlubiyetleri önlemek için İngiltere'nin yardımı sağlanmak istenmiş ve Osmanlı ekonomisinin büyük zararlara uğramasına göz yumulmuştur.
 

BALTACI OCAĞI

Osmanlı sarayında iç hizmetleri görmekle vazifeli bir sınıfın bağlı olduğu ocak.

Baltacı Ocağı, II. Murad devrinde kurulmuştur. Baltacılar başlangıçta bir çeşit nakliye ve istihkam sınıfı idiler. Haremin muhafazası ile birlikte hareme ait işleri görmeleri sebebiyle Darüssaade Ağası'nın emri altındaydılar. Sultan Fatih Mehmed devrinde Eski Saray Baltacıları (Teberdaran-ı Saray-ı Atik) adlarıyla ve Yeni Saray Baltacıları veya Zülüflü Baltacılar (Teberdaran-ı Saray-ı Cedid, Teberdaran-ı Hassa) adlarıyla ikiye ayrılmıştır.

Eski Saray Baltacıları, Mercan Kapısı yakınındaki özel kışlalarda otururlardı. XVIII. yüzyılda sayıları 300- 400 kadardı. Baltacılara Bayezid Camii'nde ders okutulurdu. Bu derslerde başarı gösterenlerden biri yazıcı, 6'sı halife (kalfa) olmak üzere 7 kişi seçilir ve Haremeyn Evkafı işlerini görmek üzere Yeni Saray'daki özel dairelerde çalıştırılırlardı. Yazıcı Efendi, Darüssaade ağasının divanına da katılırdı. Yazıcı Efendi terfi ederek Hacegan snıfına geçince veya saraydan ayrılınca yerine en kıdemli halife yazıcı olurdu.

Baltacılar sarayın orta hizmeti olan suyunu ve odununu taşırlar, avlu ve odaları süpürürlerdi. Hergün 70 kadar Baltacı Harem kapısına gelir, harem ağalarının kadınlardan aldıkları emirleri yerine getirirlerdi. Saray kadınları dışarı çıktıkları zaman Baltacılar muhafızlık görevini üstlenirlerdi

Zülüflü Baltacı adı, bunların başlıklarında gözlerinin hizasında iki örgü sallanması sebebiyle verilmiştir. Bu örgülerle ve kalkık yakaları ile sarayda iş yaparken etrafı görmemeleri sağlanırdı. Zülüflü Baltacıların sayıları 120 kadardı. Bunlar Ayasofya Camii'nde ders görür, kabiliyetli olanlardan 12'si halife seçilirdi. Halifelerden en kabiliyetlileri harem ağalarının eğitimi ile uğraşır, 2 kişi de sıra ile imamlık yaparlardı. Saray odabaşılarının emrinde birer, Darüssaade ağasının emrinde bir, padişahın özel mutfağında iki Baltacı hizmet ederdi. Bayramlarda padişahın tahtının kapıya getirilmesi de Baltacıların görevlerindendi. Seferlere 30 kadar Baltacı katılır ve Sancak-ı Şerif'in altında Kur'an okurlardı.

Padişah, şehzade, sultan ve saray kadınlarının cenazelerini, Zülüflü Baltacılar taşırlardı. Padişahın verdiği emirleri sadrazama götürmek de baltacıların işiydi.

Zülüflü Baltacıların en kıdemli subayı Baltacı Kethüdası idi.

Baltacılar en yüksek devlet memurluklarına kadar yükselebiliyorlardı. Zülüflü Baltacılardan Nasuh Paşa, Baltacı Mehmed Paşa, Kalaylıkoz Ahmed

Paşa; eski saray Baltacılarından Tabanıyassı Mehmed Paşa ve Nevşehirli İbrahim Paşa, Osmanlı Devleti'nde üstün görevlerde bulunmuş olanlardandır.
 

BALTAOĞLU SÜLEYMAN BEY (XV.YY.)

Osmanlı Devleti'nin ilk donanma kumandanlanndandır.

II. Mehmed'in (Fatih) İstanbul'u fethi sırasında, dört yüz parçalık donanma ile Gelibolu'dan gelerek Boğaziçi'ne, bugünkü Baltalimanı denilen yere demirledi. 18 Nisan 1453'de Prens Adaları'nı (Kınalı, Burgaz, Heybeli ve Büyük Ada) aldı. İstanbul kıyılarını sararak Bizans'a yardımı engelledi; ancak yardım malzemeleri getiren Cenevizlilerle yaptığı savaşta yenilince düşman gemileri Halic'e girdi.

Sultan II. Mehmed'in (Fatih) bu yenilgiyi kıyıdan izlediğini, yenilgi üzerine atını denize sürdüğünü bazı kaynaklar yazmıştır. Önceki hizmetleri gözönüne alınarak sadece görevinden azledildi.

Baltalimanı, bu adı kaptan-ı deryalıkta iki yıl hizmet gören Baltaoğlu Süleyman Bey'den almıştır.
 

BALYOS

Balyos, genel olarak Venedik Cumhuriyeti'nin Osmanlı hükumetinde bulundurduğu elçiye verilen addır.

Balyos'un başka Hıristiyan devletlerinin elçileri ve hatta konsolosları için de kullanıldığı görülmüştür.

Aslı Latince olan Balyos, Doğu Roma İmparatorluğu'nda genç prenslerin öğretim ve eğitimine memur edilen kimselere de denmiştir . Balyos kelimesi Venediklilere de geçmiş. Ortaçağ'da Venedik ticaret kolonileri kurulurken bunların başına getirilen başkanlarına "Bailo" ve "Bailus" denilmiştir.

Venedik hükumeti, İstanbul'un fethinden sonra padişaha Bartolommeo Macello adında birisini göndermişti. Bu diplomat büyük gayretle bir ticaret antlaşması yapmıştır (18 Nisan 1454). Venediklilerin Osmanlı ülkesinde Balyos bulundurma hakkı bu antlaşma ile başlamıştır.
 

BARON FRANCOİS DE TOTT (1733-1793)

Topçu mühendisliği eğitimi gördü. Fransa'da yerleşmiş soylu bir Macar aile-sindendir. 1733 yılında Champagne'de doğdu. 1755'te Fransa elçisine tercüman olarak İstanbul'a geldi. 1767-1769 yıllarında Kırım Hanının 1769 yılında başlattığı saldırıda gözlemci olarak bulundu.

İstanbul'da Rus donanmasına karşı Boğaz'ı tahkim ile görevlendirildi (1770). Sonra Fransa'ya döndü. Yeniden İstanbul'a gelerek topçu ve mühendislik okullarının kurulmasında önemli çalışmalar yaptı (1775).

Sultan III. Mustafa'nın ölümünden sonra Fransa'ya döndü ve Fransız hükumeti tarafından Doğu Akdeniz limanlarının teftişiyle görevlendirildi. Bu görevi sırasında Dürzilerin tarihi üzerine araştırmalarda bulundu (1776). 1781'de tümgeneral oldu; Donai valiliğinde bulundu (1787).

1790'da Macaristan'a döndü ve 1793'te öldü
 

BARUTHANE-İ AMİRE

Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılmasından önce ordu ve donanma ihtiyacı için barut hazırlanan yerlere verilan ad.

Baruthane'nin ilki, II. Bayezid tarafından Kağıthane'de yaptırılmıştır. XVII. yüzyılda İstanbul'da, Et Meydanı'nda (Aksaray'da), Unkapanı'nda Ayasofya'da Cebehane içinde, Şehremini ve Tophane'de altı baruthane ile Tersane'de bir baruthane kulesi, Selanik, Belgrad, Bağdat, Mısır, Bor'da da baruthanelerin bulunduğu bilinmektedir.
Saraylardaki cücelerin amirlerine verilen addır.

Zarif ve nüktedan olanlardan padişahlara muhasiplik edenler de olmuştur. Başbakanlık Arşivi'nde II. Mustafa'ya ait dosyadaki 8911 numaralı belgeye göre, bu padişah zamanında; Has Oda'da bir, hazine koğuşunda bir baş olmak üzere üç, seferli koğuşunda da bir "başcüce" vardı.
BAŞIBOZUK

Savaş sırasında orduya gönüllü olarak katılanlara verilen addır.

Bunlar düzenli ordunun asıl kuvveti ile karıştırılmaz, süvari veya piyade olarak katıldıklarına göre, ayrı silah ve teçhizat ile ayrı kumandanlar idaresinde olarak teşkil edilen kıtalar halinde ve yardımcı asker suretinde görev yaptırılırdı. 1854 Osmanlı-Rus savaşı sıralarında disiplinli bir hale getirilmelerine çalışıldı ve bu iş ile özellikle Fransız generali Joussouf ile İngiliz generali Biston görevlendirildi ise de bir sonuç alınamadı.

Başıbozukların düzensizliği özellikle 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda kendini göstermiş ve bu usul o zamandan sonra bütünüyle terkedilmiştir.

Eskiden taşradan İstanbul'a gelip, yersiz-yurtsuz dolaşanlara da başıbozuk denilirdi. Sonraları, askeri sınıfa dahil olmayan bütün sivil halka başıbozuk denilmiştir.
BAŞKOMUTANLIK MEYDAN SAVAŞI (30 Ağustos 1922)

Türk milletinin gücünü dünyaya ispatlayan ve Başkomutan Mustafa Kemal Paşa'nın idare ettiği savaş.

Hazırlık dönemi olan 10 aylık süre içinde Türk milleti, bütün varlığını ortaya koyarak ordusuna destek olmuştur.

Batı Cephesi Komutanlığı'nın bu saldırı için yaptığı hazırlığa göre asıl saldırı birliğini oluşturan I. Ordu, 1. ve 4. Kolordular (Her kolordu 4 tümenli) 5. Süvari Kolordusu (üç tümenli) ve bağımsız 6. Piyade Tümeni'nden kurulu olarak, Akarçay batısından kuvvet çoğunluğu Kalecik Sivrisi-Çiğiltepe arasında olmak üzere Afyon-Toklu Sivrisi hattına hücum edecek ve düşmanın İzmir ile olan bağlantısını kesecek, 5. Süvari Kolordusu, Çiğiltepe-Toklu Sivrisi arasından, düşmanı sarp bulduğu için boş bıraktığı, Ahır dağlarını aşarak, düşmanın batı bölümü ve arkasını saracak, düşman ihtiyat kuvvetlerinin cepheye yardım etmelerini engelleyecek ve İzmir yöresinden yeni bir kuvvetin cepheye müdahalesini önleyecek, 2. Ordu, 3 ve 6. Kolordulara bağlı beş piyade tümeni ve müstakil süvari tümeni ile kuzey Sakarya ve Afyon arasında, cephede bulunan Yunan kuvvetlerine saldırarak 1. Ordu karşısına kuvvet kaydırılmasına engel olacak, Eskişehir-Afyon bağlantısını kesecek ve Afyon'u kuzeyden kuşatacak. 2. Kolordu (üç tümenli) Sandıklı-Aksultan-Şuhut bölgesinde Cephe ihtiyatı olacak ve 1. Ordu Kumandanlığı emrine hazır bulunacak. Kocaeli ve Menderes Grupları, karşılarındaki Yunan kuvvetlerini tesbit edeceklerdi. Yunan Ordusu, Gemlik Körfezi'nden başlayarak Menderes Vadisi kuzey yamaçlarını takiple Ege Denizi'ne dayanan genel hat ve gerisinde stratejik savunma için hazırlanmıştı.

İngilizlerin devamlı desteği sayesinde, Yunan ordusunda cephane durumu çok elverişliydi. Buna karşılık Türk ordusu cephanesini idareli kullanmak zorundaydı.

Saldırıyı yakından izleyen Başkomutan, Erkan-ı Harbiye-i Umumiye Reisi ve Batı Cephesi Komutanı, 26 Ağustos 1922 sabahı günün doğusuyla birlikte 1. Ordu'nun gözetleme yerinin bulunduğu Kocatepe'de hazır bulunuyorlardı. Saldırı Türk topçusunun ateşiyle saat 4.30'da başladı. Bu etkili ateş eşliğinde piyade birliklerimiz cephe boyunca ilerleyerek bir saat içerisinde düşman mevzilerine girmeyi başarmışlardı. Kocaeli Grubu ve Menderes bölgesindeki Türk birlikleri kendilerine verilmiş olan görevi başarıyla yerine getirdiler.

27 Ağustos 1922 günü Türk birliklerinin saldırıları daha da gelişti. Kilit noktaları özelliğinde olan Erkmentepe'nin alınması, düşmanın dağılarak çekilmesini sağladı. İki günlük savaş sonunda bozguna uğratılan düşman, beş tümen kadardı.

28 Ağustos 1922 günü 1. Ordu Çalköy üzerinden Dumlupınar'a girmek isteyen 5. Yunan tümenini yakaladı ve güneyden Dumlupınar yolunu kapattı. Bu harekatta düşmanın beş tümenini Dumlupınar ve Kütahya istikametlerinde çekilmeleri önlenmişti. Çok sarp olan Murad Dağı kuzeyinde bulunan Kızıltaş Deresi hariç düşman birlikleri her yönden sarılmış bulunuyordu.

30 Ağustos 1922 günü yapılan harekatta kesin sonuca süratle ulaşabilmek için Başkomutan, bütün topçuların mümkün olduğu kadar yakından ateş etmelerini emretti. Düşman, ateş çemberinin ve ümitsizliğin yarattığı şaşkınlıkla, her yöne başvuruyor, her yönden ateşle karşılanıyordu.

30 Ağustos 1922 günü düşmanın beş tümeninin yok edilmesi, bir kısmının esir alınmasını sağlayan Dumlupınar Meydan Savaşı'nı Başkomutan Mustafa Kemal Paşa bizzat ve çok yakından sevk ve idare ettiğinden bu savaş tarihe 30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı olarak geçmiştir. Türk ordusu, bu savaş ile Dünya Savaş tarihinde en başarlı örneklerinden birini vermiş, Türk milletinin gücünün büyüklüğünü bir kere daha ortaya koymuştur.
BAŞTARDA

Buharlı gemilerin icadından önce Osmanlıların kullandıkları savaş gemilerinden birinin adı.

Bastarda, bir cins küçük gemi, kadırganın küçüğüdür.

Yelkenle ve kürekle hareket eden gemilerde oturak "birim"di. Oturak sayısı çoğaldıkça gemilerin adı da değişiyordu. İşte bunlardan 26-36 oturaklı gemilere baştarda denilirdi. Bu gemilerin büyüklük itibariyle birbirinden farklı olmak üzere birkaç çeşidi vardı.

En büyüğü olan 36 oturaklısı "paşa bastardası" adını alıyordu. Bu gemilerin uzunlukları 210'dan 216 Osmanlı kademidir (yarım arşın uzunluğunda bir ölçü olup, 34 cm).

Bastardaların kadırgalarda olduğu gibi baş taraflarına üçer top konulduktan başka çıkmaları üzerine de dörder beşer top yerleştirilirdi. Paşa gemisi olduğuna işaret olmak üzere kıç kamaraları üzerinde üçer fener yakılırdı.

Paşa baştardasına 84'ü gemici ve topçu, 216'sı savaşçı ve 500'ü de kürekçi olmak üzere 800 mürettebat bulunurdu.

Orta baştardada, 26 oturak olup, uzunluğu 171 kademdir. Bir çeşit daha baştarda vardır ki, buna "hünkar gemisi" adı verilir. Bunda da alamet olarak üç fener yakılırdı.

Bir baştarda, 6 mavna, 40 da kadırga bir donanmayı teşkil ediyordu.
BATI CEPHESİ


Türk Kurtuluş, Savaşı'nda Eşme-Ulubey'den başlayarak Afyon, Eskişehir, Bilecik hattıyla İznik'e kadar uzanan alan.

Türk milletinin başarılı direnişi karşısında istedikleri barış şartlarını kabul ettiremeyen galip devletler, Milne hattını tutan Yunan kuvvetlerinin Anadolu'yu işgal etmesine karar verdiler (17 Mayıs 1920).

Bursa-Uşak hattından saldırıya geçen (22 Haziran 1920) Yunan kuvvetlerinin 1. kolordusu Türklerin İzmir-Doğu ve Güney cephelerine saldırarak Uşak doğrultusunda ilerleyecekti, İzmir kolordusu ise, İzmir-Kuzey cephesine saldırarak, Bursa istikametine ilerleyip Uşak-Bursa bölgesini ele geçirecekti. Bu tarihte Batı cephesi, belli bir askeri düzen içinde olmadığı gibi düşmana karşı koyan sivil birliklerin başında bulunanlar bölgesel bağımsızlık çabası içinde idiler. Ayrıca bölgedeki kuvvetlerin sağlam bir savunma planları da yoktu. Bu olumsuz şartlar, düşmanın kısa zamanda büyük arazi ve başarı kazanmasına sebep oldu.

Hızla gelişen Yunan saldırısı karşısında çabuk ve köklü tedbirler alınması gerekiyordu. İlk iş olarak Batı Anadolu'daki bütün kuvvetlerin tek komuta altında birleştirilmesi meselesi, hükumetin bir kararıyla halledildi (24-25 Haziran 1920). Cephe Komutanlığı'na Ali Fuat Cebesoy getirildi. Bu arada ileri harekatına devam eden Yunan kuvvetleri, Nazilli'yi (3 Temmuz 1920), Bursa'yı (8 Temmuz 1920), Uşak’ı (29 Ağustos 1920) işgal etmişlerdi. Yunan harekatı hakkında TBMM'de bir önergeyi cevaplandıran Mustafa Kemal Paşa "Kuvvet yetersizliği sebebiyle, Yunanlıları bir süre için gerilla muharebeleri ile oyalamak gerektiğini ve bu yolda harekata girişildiğini" belirterek Avrupa devletleri tarafından silahlandırılmış ve donatılmış bulunan düzenli Yunan tümenlerine sadece gönüllü kuvvetlerle karşı koymanın güçlüğü üzerinde durmuş ve "düzenli bir milli ordu kurulması, bunun için, belirli doğumluların silah altına alınması" meselesini Meclis'e kabul ettirmiştir.

Bu karardan sonra yeni Türk devletinin düzenli ordusunun kurulması çalışması başlamıştır. Bu arada Kuva-yı Milliye'nin ordu kadroları içine katılarak askeri disiplin altına girmesi için çaba harcanmıştır (9 Kasım 1920).

Bu sıralarda Bursa-Dumlupınar hattına çekilmiş bulunan Batı cephesi kuvvetleri, cephenin çok geniş olmasından, sevk ve idareyi kolaylaştırmak üzere Batı Cephesi ve Güney Cephesi olmak üzere ikiye bölündü. Batı Cephesi Komu-tanlığı'na Albay İsmet (İnönü) Bey, Güney Cephesi Komutanlığı'na da Albay Refet (Bele) Bey getirildiler. Milli Kuvvetler kendi bölgelerine isabet eden Batı ve Güney Cephesi'ne bağlandılar.

Bu arada iki önemli tepkiyle karşılaşıldı. İlk tepki Demirci Mehmed Efe'den gelmiştir. İstiklal Savaşı'nda yararlı hizmetler görmüş olan Demirci Efe, Güney Cephesi Komutanı'nın verdiği emirleri önceleri kabul etmiş gözükmüşse de, çevresinin özellikle Çerkez Ethem'in kışkırtmasıyla emir-komuta zincirine girmeyi reddetmiştir. Bu asi harekat 30 Aralık 1920 de bertaraf edilmiştir.

İkinci tepki Çerkez Ethem'den geldi. Çerkez Ethem, Batı Cephesi Komutanı'nın emirlerine karşı koyup bağımsız hareketlerini sürdürdü. Milli Ordu'nun kurulması yerine, Kuva-yı Milliye'nin birleşmesiyle bir ordu kurularak düşmanla mücadele fikrini TBMM'ye kadar yaymayı başardı. Bunun üzerine Çerkez Ethem'e karşı bütün birlikler harekete geçirildi (27 Aralık 1920). I. İnönü Muharebesi dolayısıyla bir süre ara verilen bu hareket asi kuvvetlerin tamamen yenilenmesiyle sona erdi (23 Ocak 1921).

Daha önce Batı ve Güney Komutanlıklarına ayrılan kuvvetler, gücün biraraya toplanması düşüncesiyle Güney Cephesi Komutanlığı kaldırılarak kuvvetleri Batı Cephesi Komutanlığı'na bağlandı (Haziran 1921). Böylece çok genişleyen Batı Cephesi'nde sevk ve idareyi kolaylaştırmak üzere, bu cephedeki kuvvetler dört gruba ayrıldı. Kuzey grubu (I. Grup) İnönü bölgesinde, Güney Grubu (II. Ve III. gruplar) büyük kısmıyla Kütahya bölgesinde küçük kısmıyla ise Afyon Karahisar kesiminde bulunacaktı.
BAYEZİD I. (YILDIRIM) (1360-1403)

Osmanlı hanedanından dördüncü padişahtır.

Babası I. Murad (Hüdavendigar) annesi Gülçiçek Hatun'dur.

Bayezid, şehzadeliğinde Germiyanoğlu Süleyman Şah'ın kızı Devlet Hatun ile evlenmiş (1381), çeyiz olarak Germiyanoğlu tarafından Osmanlılara Simav, Tavşanlı, Emet gibi yerler verilmiş, Sultanönü ile bu yerlerin idaresi Bayezid'e bırakılmıştır.

Kardeşi Savcı Bey'in Bizans İmparatoru İoannes’in oğlu Andronikos'un yardımını sağlayarak babasına karşı ayaklanmasını (1385) bastırma hareketinde Bayezid'in büyük hizmetleri görülmüştür.

I.Murad'ın 1386'da Karamanoğlu Ali Bey'e karşı açtığı seferde sürati ve yiğitliği dolayısıyla da "Yıldırım" lakabı ile anılmıştır. 1389'da Haçlı ordularıyla yapılan ve zaferle sonuçlanan Kosova Meydan Savaşı'nda Yıldırım Bayezid, sağ kanaddaki Rumeli askerlerinin başında kahramanca savaşmıştır.

I.Murad'ın savaş meydanında şehit edilmesi üzerine hükümdarlığa getirilen I. Bayezid, kardeşi Yakub Çelebi'yi devlet erkanının kararıyla boğdurmuş; fakat Yakub Bey'in öldürülmesi olayı, Karamanoğlu'nun da kışkırtması ile Kosova Meydan Savaşı'na kuvvet sağlayan Candar, Germiyan, Saruhan, Menteşe, Aydın ve Hamideli beylerinin Yıldırım Bayezid'in emirlerine karşı gelmelerine sebeb olmuştur. Bu durum üzerine Yıldırım Bayezid, önce Rumeli'yi güvenlik altına almış, Sırpları kendisine bağımlı kılan bir anlaşma yapmıştır. Ayrıca, Sırp kralı Stefan'ın kız kardeşi Maria Despina ile evlenmiş, böylece de Sırplarla dostluğu kuvvetlendirmiştir.

Venediklilerle ticaretlerini himaye suretiyle anlaşmış, sonra Bizans'taki taht çekişmelerini isteğine göre ayarlamıştır. Yıldırım Bayezid İmparator İoan-nes'in fesat çıkardığı için hapsedilmiş bulunan oğlu Andronikos ile onun oğlu İoannes'in kendisine başvurmaları üzerine bir miktar askerle İstanbul üzerine yürümüştür. İmparator İoannes'i ve saltanat ortağı Manuel'i tahttan indirip hapse attırmış ve hapis bulunan prensi imparator ilan ettirerek kendilerinden vergi almağa başlamıştır. Kısa bir süre sonra eski imparator ile ortağı hapisten kaçarak Bayezid'e sığınmış; vergiden başka bir miktar askerle kendisine yardımda bulunmayı kabul ettiklerine dair bir antlaşma imzalamışlardır. Bu sebeple de Yıldırım Bayezid onların yeniden imparator olmalarını sağlamıştır. Andronikos'a ve oğluna da Bizans ülkesinden Silivri, Ereğli, Selanik gibi bazı yerlerin hakimiyetini verdirmiştir (1390).

Daha sonra Karamanoğlu'ndan gizli Anadolu'ya geçerek, Batı beylikleri üzerine yürümüştür. Bu sefere Bizans İmparatoru İoannes'in oğlu II. Manuel ve Sırp kralı da kuvvetleriyle birlikte katılmışlardır. İlk olarak Aydınoğlu Umur Bey'in nüfuzu altına girdiği halde sonradan Bizans'a bağlanmış olan Alaşehir, II. Manuel'in yardımıyla Rum tekfurundan alınmıştır (1390). Bu arada Aydınoğlu İsa Bey, Bayezid'e bağlandığından ölünceye kadar yalnız Tire kendisine bırakılmak üzere, Aydıneli ue Osmanlı ülkesine katılmıştır. Bu tarihlerde Yıldırım Bayezid, İsa Bey'in kızı Hafsa Hatun ile evlenmiştir. Saruhanoğulları, karşı koymadan memleketlerini Bayezide bırakmışlar; sonra da Germiyanoğlu II. Yakub Bey üzerine yürümüştür. Menteşe ve Hamid beylikleri de -Antalya dahil- Osmanlı idaresine alınmış ve Kütahya merkez olmak üzere, Anadolu Beylerbeyliği kurularak teşkilatın başına Kara Timurtaş Paşa geçirilmiştir.

Aynı yılın sonbaharında Yakub Bey büyük kuvvetlerle Konya üzerine yürümüş, eniştesi ve Karaman Bey’i Alaeddin Ali Bey ona karşı koyamayarak Taşeli taraflarına çekilmiş, Konya kuşatılmıştır. Karamanoğlu Alaeddin Bey, Sivas hükümdarı Kadı Burhaneddin ile Kastamonu emiri Candaroğlu II. Süleyman Paşa'dan yardım istemiş beklediği yardımı göremeyince de barış istemek zorunda kalmıştır. Böylece, Beyşehir ve Akşehir yöresi Osmanlılara bırakılarak Çarşamba nehri iki taraf arasında sınır kabul edilmiş ve bir anlaşma yapılmıştır (1391).

Yıldırım Bayezid'in Anadolu'daki bu uğraşmalarından faydalanmak isteyen Bizans İmparatoru İoannes, İstanbul surlarını onartmaya kalkmışsa da Yıldırım'ın sert ihtarı üzerine yaptıklarını yıktırmış, daha sonra da ölmüştür. II. Manuel ise babasının ölümü üzerine gizlice İstanbul'a gitmiştir (1391).

Manuel'in bir olup-bitti halinde imparatorluk tahtına geçmesini kabul etmeyen Yıldırım Bayezid, İstanbul'un kuşatılmasına karar vermiştir. Osmanlıların vezir-i azam Candarlı Ali Paşa idaresindeki kuvvetleri İstanbul'u yedi ay kadar kuşatmıştır. Sonuçta imparator, kendisine teklif edilen şartları kabule mecbur kalmıştır. Bu şartlara göre her yıl Osmanlılara verilen verginin miktarı artırılacak, İstanbul'da bir Türk mahallesi ile bir cami yaptırılacak, bir de kadı bulundurulacaktı.

Yıldırım Bayezid, Karamanoğlu ile bir antlaşma yapmış olan Kastamonu emiri üzerine yürümüş, yapılan savaşta Candaroğlu II. Süleyman Paşa yenilmiş ve öldürülmüş; arazisi de Osmanlılara geçmiştir (1392). II. Süleyman Paşa'nın kardeşi Sinop valisi İsfendiyar Bey, Yıldırım'a bağlılık gösterdiğinden

endisine dokunulmamıştır. Sivas emiri Kadı Burhaneddin Ahmed'le Çorum civarında yapılan savaşta Osmanlılann öncü kuvvetleri bozguna uğramış ve Şehzade Ertuğrul ölmüştür. Bundan cesaretlenen Kadı Burhaneddin, Osmanlı arazisine saldırmış, bu sırada Macar kralı Sigismond ile Eflak Beyi Mircea birleşerek Bulgaristan işlerine karışmışlar (1392) ve Niğbolu'yu ele geçirmişlerdir. Yıldırım Bayezid, Kadı Burhaneddin meselesini sonraya bırakarak Rumeli'ye geçti. Osmanlı ordusu karşısında Sigismond ve Mircea'nın birlikleri geri çekilmeye mecbur kaldılar.

Kadı Burhaneddin'e bağlı oldukları halde onun sürekli tazyiklerinden bıkarak 1393 başlarında kendisinden yüz çeviren Amasya, Osmancık ve Maden çevresindeki beyler Osmanlı himayesine girmişlerdir. Bu sırada Amasya'yı kuşatan Kadı Burhaneddin, Yıldırım Bayezid kuvvetlerinin geldiğini öğrenince geri çekilmiştir.

Venedik Senatosu 1393 Nisanında Macarlarla birleşerek Osmanlılar üzerine yürüme kararını almıştı. Bulgar kralı Şişman'ın Macarlarla gizli anlaşmalara giriştiği duyulunca Şehzade Süleyman Çelebi meselenin halline memur edilmiş, sonuçta Bulgarların başşehri olan Tırnova alınmıştır. Savaşta kral Şişman ölmüş oğlu Aleksandr Müslüman olarak Bayezid'e katılmıştır (1393).

Bu arada Osmanlı tehlikesinin varlığını anlayan Macar kiralı Sigismond, Papa'ya bir Haçlı seferi için. ısrar ediyor; Bizans imparatoru II. Manuel de Osmanlı baskısının arttığından yakınarak Hıristiyan devletlerinden yardım istiyordu. Papa IV. Bonifacius, 1394 Haziranı'nda Osmanlılara karşı bir Haçlı seferi düzenlenmesini emretmiş ve Niğbolu Savaşı'nın hazırlıkları da bu suretle başlamıştır.

Doğuda İran'ı nüuzu altına aldıktan sonra Azerbaycan'ı ve Irak'ı işgal eden Timur, Anadolu ve Suriye için de tehlike olmaya başlamıştı. Bağdat hakimi Ahmed Celayir ile Karakoyunlu Türkmen aşireti reisi Kara Yusuf'un Memluk hükümdarı Berkuk'a sığınmaları (1393), Mısır sultanını Yıldırım Bayezid'den ve Sivas emirinden yardım istemeğe mecbur etmişti. 1394 başlarında Timur'un Kars yolu ile Azerbaycan'a geçmesi, Sivas emiri Kadı Burhaneddin'i de Sultan Berkuk'a ve Yıldırım Bayezid'e elçiler göndererek yardım istemek zorunda bırakmıştır. Yıldırım Bayezid ile Berkuk arasındaki güven tam olmakla beraber Sivas emirine karşı olan durum böyle değildi; ancak tehlikenin büyüklüğü karşısında her üçü de anlaşmak zorunda kaldılar. Berkuk, Altınordu hükümdarı Toktamış'ı da anlaşmaya çağırdı ve Ahmed Celayir'e kuvvetler vererek Bağdat'ı geri aldırdı.

Yıldırım Bayezid, imparator II. Manuel'in bazı hazırlıklara giriştiğini öğrenmiş, İstanbul'u tekrar denetimi altına aldıktan başka (1395) Selanik'le birlikte Kuzey Yunanistan'ı zaptedip Mora'ya kadar akıncılar göndermişti.

Bu sıralarda Timur, Yıldırım Bayezid'i müttefiklerinden ayırmaya çalışıyor ve yazdığı mektuplarda iyi niyet göstererek onu diğerlerinden üstün tuttuğunu ve büyük bir gazi ve mücahit saydığını, Berkuk'la Burhaneddin'in yakında hadlerini bildireceğini söylüyordu. Yıldırım Bayezid ise Mısır ile olan anlaşmasına dayanarak Batı'da başgösteren tehlikeyi karşılamaya girişti. Gelişen olaylar Batı Hıristiyanlığının Osmanlılar aleyhine, harekete geçtiğini gösteriyordu.

Yeni hazırlanan Haçlı ordusuna, Macarlar başta olmak üzere Fransızlar, Almanlar, Belçikalılar, Felemenkliler, İsviçreliler, İngilizler, İskoçyalılar, Lombardiyalılar, Rodos Şövalyeleri, Ulah, Leh, İspanyol ve Bohemya gönüllüleri katılmışlardı.

Yıldırım Bayezid, Niğbolu'da Haçlıları büyük bir yenilgiye uğrattı (25 Eylül 1396). Bu zafer Osmanlıların Rumeli'deki üstünlüğünü ve büyük bir güç kazanmalarını sağladı. Osmanlılar, Haçlıları teşvik eden Bizans imparatoruna karşı Anadoluhisarı'nı yaptırarak İstanbul'u kuşattılar (1397).

Yıldırım Bayezid, Bizans imparatorunu İstanbul'u teslime zorladı, ancak Fransızlardan yardım gören imparator, İstanbul halkının teslim olma arzularına rağmen, teklifi reddetti. Bu durum üzerine Yıldırım Bayezid, İstanbul'u üçüncü defa kuşattı. Venedik ve Cenevizliler de deniz yolu ile Bizans'ın yardımına koştular. Kuşatmadan kesin bir sonuç alınamadı. Bu sırada bir kısım Osmanlı kuvvetleri, Mora'ya girdiler; Koron ve Modon'a kadar ilerlediler. Argos alındı ve bu şehirlerin halkı Anadolu'ya yerleştirildiler.

Bu sırada Karamanoğlu Ali Bey Anadolu beylerbeyi Timurtaş Paşa'yı yenmiş ve esir etmişti. Bunu öğrenen Yıldırım Bayezid, süratle Anadolu'ya geçti. Konya Savaşı'nda Karamanoğlu'nu esir ederek Timurtaş Paşa'ya teslim etti. Karamanoğlu toprakları da Osmanlılara katıldı (1397).

Bayezid, bundan sonra Karadeniz kıyılarına doğru ilerleyerek Samsun ve havalisini Giresun'a kadar ele geçirdi (1398). Trabzon Rum İmparatorluğu’ndan haraç istedi (1398). Nihayet Sivas emiri Kadı Burhaneddin'in Akkoyunlu hükümdarı Kara Yülük Osman Bey tarafından öldürülmesi üzerine oğulları memleketi Osmanlılara bırakmayı kabul ettiklerinden Sivas, Tokat, Şarki Karahisar, Kayseri, Kırşehir ve Aksaray da Osmanlı idaresine geçti (1399). Bu suretle Orta Anadolu'ya sahip olan Yıldırım Bayezid, Bursa'ya dönüşünde İstanbul'u kesin olarak almak için hazırlıklara girişti. Ancak ileri sürdüğü şartların imparator tarafından aynen yerine getirilmesi ve egemenliğinin kabulü üzerine doğudaki olaylarla uğraşmayı daha uygun buldu.

Timur'un Hindistan fethiyle uğraşması ve Mısır'da da Sultan Berkuk'un ölümünden (1399) faydalanmak isteyen Yıldırım Bayezid, Malatya'yı Memluk-lerden aldı. Bu olay ile iki ülke arasındaki anlaşma artık ortadan kalkmış oluyordu. Yıldırım Bayezid bundan sonra Erzincan üzerine yürüdü. Erzincan emiri Mutahharten Azerbaycan'a gelmiş olan Timur'a sığındı.

Timur, Bağdat üzerine yürüyerek burasını ele geçirdi. Ahmed Celayir ile ona bağlı olan Kara Yusuf Bey de Osmanlı hükümdarı Yıldırım Bayezid'e sığındılar. Timur ile Yıldırım arasındaki anlaşmazlığın başlangıcı, sığınanların teslim edilip edilmemesi meselesidir. Diğer taraftan Yıldırım Bayezid'den kaçan Germiyan, Aydın, Menteşe, Saruhan, İsfendiyar beyleri ile Erzincan emiri de kendi çıkarları doğrultusunda Timur'u sürekli kışkırtıyorlardı. Timur, Gürcülere karşı kazandığı zaferden sonra - Osmanlı- Mısır anlaşmazlığından faydalanarak- Erzurum yolu ile Sivas üzerine yürüdü ve bu şehri yaktı-yıktı (Ağustos 1400). Malatya'yı da alarak Suriye'yi işgale girişti (1401). Sonra Bağdat'a, oradan da Tebriz'e geldi. Yıldırım Bayezid ise ordusuyla Kemah ve Erzincan'a gelerek Timur'un kendisine bıraktığı bu yerlerden Kemah'ı Mutahharten'in elinden aldı ve ailesini de rehine olarak Bursa'ya götürdü. Bu olay Yıldırım Bayezid ile Timur'un arasında aşırı gerginliğe sebep oldu. Karşılıklı ağır mektuplar birbirini izledi; artık savaş, kaçınılmaz bir hal aldı.

Sonunda Yıldınm Bayezid ile Timur, Ankara'da Çubuk Ovası'nda karşılaştılar. Osmanlı ordusundan bir kısım askerlerin, eski beylerinin bulunduğu Timur tarafına geçmeleri savaşın sonucu üzerinde büyük etki yaptı. Bayezid, sonuna kadar kahramanca savaştı; fakat üstün kuvvetler karşısında esir düştü (25 Temmuz 1402).

Timur, Yıldınm Bayezid'i yanına alarak ve kaçırılması için yapılan bir girişimden sonra onu, demir bir kafes içinde taşıtarak, Batı Anadolu'ya yürüdü. Kütahya'da uzunca bir süre kaldıktan sonra Denizli üzerinden Aydın iline geldi ve Tire'de kışladı. Bayezid hastalığı dolayısıyla Akşehir'de bırakılmıştı.

Timur, 2 Aralık 1402'de sahil İzmir'ine vararak burasını zaptetti; Foça ve Sakız'ı da haraca bağladı. Timur, her yeri yine eski beylerine, hatta bazılarının topraklannı daha da genişletmek suretiyle vererek Semerkand'a döndü. Hastalığı gittikçe artan Yıldırım Bayezid ise bu durumu gururuna bir türlü yediremediğinden Akşehir'de öldü (8 Mart 1403).

Timur, Yıldınm Bayezid için büyük bir defin töreni yaptırmış ve geçici olarak Akşehir'deki Şeyh Mahmud-i Hayranı türbesine koydurmuştur. Yıldırım Bayezid ile birlikte esir aldığı oğullanndan Mustafa Çelebi'yi yanında alıkoymuş, Musa Çelebi'ye de Bursa ve havalisini vererek babasının cenazesini Bursa'ya götürmesini istemiştir. Yıldınm Bayezid, kazandığı zaferlerden ve elde ettiği memleketlerden sağladığı ganimetlerle devlet hazinesini zenginleştirmiş ve ülkesinde cami, medrese, imaret, zaviye, han, kervansaray, köprü ve darüşşifa gibi birçok hayır müesseseleri meydana getirmiştir. Bunlardan Bursa, Kütahya ve Bolu'daki Ulucamilerle Edirne'deki Yıldınm Külliyesi başta gelir.

Son derece cesur, azim ve irade sahibi, nefsine güvenen değerli bir komutan ve büyük bir padişah olan Yıldınm Bayezid, memleket idaresinde müsbet ve realist bir politika takip etmiştir. İdaresine geçen toprakları için önceden verilmiş beratları kendi tuğrasıyla yenilemiştir. Böylece eskiden beri düzenlenmiş olan tahrir defterlerini, örfleri, mahalli kanunları esas tutarak reayanın yeni idareye kolaylıkla alışmasını sağlamıştır. Aynı zamanda Anadolu beyliklerindeki bütün vakıf müesseselerini vakfiyeleriyle beraber tanıdığı için fikir hayatı sarsıntıya uğramadan sürmüş ve hükümdarlığı sırasında adına bir takım dini ve ilmi eserler telif ve tercüme edilmiştir. O devirde "Kadiyü'l-kuzat" unvanı ile Başkadı olan Bursa kadısı Şemseddin Fenari'yi cemaatle namaz kılmayı terkettiğini ileri sürerek, mahkemede, padişahın şahitliğini kabul etmemiş olmasına rağmen, azletmemesi, hatta ona daha çok saygı göstermesi, buna karşılık hile yapanları diri diri yakmak istemesi, şahsiyetinin sağlamlığını belirtir. Emir Buhari'ye kızını vermesi ilim ve din adamlarına karşı gösterdiği saygı ve takdirin delilidir.

Yıldırım Bayezid küçük yaşlarından başlayarak ömrünün sonuna kadar savaştan savaşa koşmuş, her yana süratle yetişerek Doğu'da ve Batı'da devamlı zaferler kazanmıştır. Yıldınm Bayezid devrinde Osmanlı sınırları, Doğu'da Fırat'a, Batı'da Tuna'ya kadar genişlemiştir. Ancak Ankara Savaşı sonunda bir yandan Anadolu'nun siyasi birliği yıkılmış bir yandan da Yıldırım Bayezid'in oğulları arasındaki saltanat kavgaları memleketin huzurunu bozmuştur.

BAYEZİD II. (1447-1512)


Osmanlı hanedanından sekizinci padişah.

Babası Sultan Fatih Mehmed, annesi Gülbahar Hatun'dur.

Sarayda iyi bir eğitim görmüş, şehzadelik hayatını geçirdiği Amasya sancakbeyliğinde de birçok bilginler ve sanatkarlar arasında bilgisini geliştirmiştir.

Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'la yapılan Otlukbeli Savaşı'nda, Osmanlı ordusunun sağ kanadına komuta etmiştir.

Fatih Sultan Mehmed, kanunnamesine veraset hakkında bir kayıt koydurmamıştır. Bu sebeple Gebze'de öldüğü zaman (3 Mayıs 1481), Bayezid'den başka hayatta bulunan diğer oğlu Cem de Konya sancakbeyi bulunuyordu. Vezir-i azam Karamanlı Mehmed Paşa, Cem'in padişah olmasını istemekle beraber devlet büyüklerinin ve yeniçerilerin isteklerine uyarak Bayezid'e babasının ölümünü bildirip onu resmen tahta davet etmiştir. Diğer taraftan Cem'e de İstanbul'a gelmesi için gizlice haber göndermişti. Ancak Cem'e gönderilen haberci, yolda Anadolu beylerbeyi Sinan Paşa tarafından yakalanarak öldürülmüş, Mehmed Paşa'nın niyetini anlayan yeniçeriler de ayaklanıp onu öldürmüşlerdir. İstanbul'da başgösteren kargaşalığı yatıştırmak için Fatih'in sarayında rehin olarak bulunan Bayezid'in oğlu Korkut, babası Amasya'dan gelinceye kadar vekili sayılmış ve kendisine biat edilmiştir. Nihayet Bayezid İstanbul'a gelerek tahta çıkmış (20 Mayıs 1481), kendi lehine çalışmış olan İshak Paşa'yi da vezir-i azam yapmıştır.

Cem'in tahta çıkma girişimleri sonuç vermediği gibi Fatih kanunnamesi de padişaha, kardeşlerini öldürme hakkını veriyordu. Cem, Osmanlı tahtına geçebilmek için, Anadolu'da uyandırdığı sevgiye ve Karaman halkının yardımına güvenerek Bayezid'e karşı mücadeleye girişti. Bursa'yı ele geçirip burada adına hutbe okutmuş ve para bastırmıştır. Cem, Anadolu'nun kendisine bırakılmasını öne sürerek Bayezid ile anlaşmak istemiş, Bayezid, devletin bütünlüğüne zarar verecek olan bu teklifi kabul etmemiş ve Cem'in üzerine yürümüştür. Yenişehir civarındaki çarpışma Bayezid'in galibiyeti ile sonuçlanmış, Cem, Konya'ya kaçmış, orada da tutunamayarak Mısır Kölemen Sultanı Kayıtbay'a sığınmıştır (28 Haziran 1481). Böylece bir saltanat kavgası olan Bayezid-Cem ihtilali, yabancı çıkarlarının önem kazandığı siyasi mesele halini almıştır. Bu arada Karamanoğlu Kasım Bey durumdan faydalanarak beyliğini yeniden kurmak istemiş ve bu hususta Cem'le anlaşmıştır. Cem, bu anlaşma üzerine tekrar Anadolu'ya gelmişse de karşısında ordusu ile bizzat çıkan Bayezid'e yenilmiş ve kendisine yapılan Kudüs'te oturma ve Bayezid tarafından yollanacak bol para ile yaşama teklifini kabul etmeyerek Rodos şövalyelerine sığınmıştır (Temmuz 1482). Bayezid, her yıl vereceği para karşılığında Cem'in serbest bırakılmaması için şövalyeler ile anlaşmış; şövalyeler Cem'i Nice'e götürmüşlerdir. Bir çok memleket gezdirilen Cem, nihayet Papa VIII. İnnocentius'a teslim edilmiştir. Papa, Cem'i Osmanlılara karşı bir koz olarak kullanmak istemiş, Hıristiyanlığı kabulü şartıyla Bayezid'in yerine saltanata geçmesine yardım edileceğini vaadetmiştir. Ancak Cem, bu teklifleri kabul etmemiştir. Bu arada Fransa Kralı VIII. Charles, Haçlıların Kudüs Krallığı'nı diriltmek gayesiyle Osmanlı İmparatorluğu'na karşı düzenleyeceği seferde Cem'den faydalanmak istemiş ve onu Papa'nın elinden almıştır. Fakat Cem'in zehirlenerek ölmesi (Mart 1495) bu düşüncenin uygulanmasına imkan bırakmamıştır.

Bayezid, Cem'in ölümüne kadar büyük bir endişe içinde yaşamıştır. Cem'e karşı koymak üzere, vezir-i azam İshak Paşa'nın teşviki ile Otranto'dan geri çağırdığı Gedik Ahmed Paşa gibi ünlü bir devlet adamını bir müddet sonra Cem taraftarıdır diye öldürtmüş, Cem'in, Saray'da rehin olarak bulunan oğlu Oğuz Han'ı boğdurmuştur. Bundan başka, Rodos şövalyelerine yılda 45.000 duka vermiş, Papa'ya ve Fransa kralına kıymetli hediyeler göndermiştir.

Cem olayının daha başlangıcında, Gedik Ahmed Paşa'nın Otranto'dan geri çağrılmasıyla, Fatih döneminde girişilmiş olan İtalya seferinden vazgeçilmiş, İspanya hükümdarı Katolik Fernando ile karısı İsabella'nın hücumlarına karşı kendisinden yardım isteyen Gıranata'daki son Müslüman Beni Nasr Devleti'ne de, Kemal Reis'i yollamakla beraber, Papa'yı gücendirmemek düşüncesiyle yardım etmekten çekinmiştir.

Bayezid zamanı Osmanlı İmparatorluğu için durgun bir devredir. Böyle olmakla beraber, sınırların korunması ve Balkan Yarımadası'nın tamamen hakimiyet altına alınması yönünden önemli olan bazı savaşlardan da kaçınılmamıştır.

Bayezid, 1483'teki ilk seferinde Hersek'i ele geçirdikten sonra Boğdan üzerine yürümüş ve Tuna'nın kuzey ağzı üzerinde bulunan Kili Kalesi ile daha kuzeydeki Akkerman Kalesi'ni almıştır (1484). Böylece Besarabya sahilleri de Osmanlı ülkesine katıldığından Karadeniz'in batısındaki bütün sahiller ele geçirilerek Kırım'la karadan bağlantı sağlanmış ve Tuna sınırı emniyet altına alınmıştır.

Lehlilerin ve Macarların Bağdan'ı ele geçirmek için giriştikleri hareketler (1498) bir sonuç vermemiş, bilakis Malkoçoğlu Bali Bey'in akıncıları Polonya içlerine kadar giderek Varşova'yı tahrib etmişlerdir. Böylece Boğdan kesin olarak Osmanlı hakimiyeti altına alınmıştır.

Mısır Kölemen Devleti ile yapılan savaşlar Bayezid devrinin en önemli olaylarını teşkil eder. Hindistan'daki Behmeni hükümdarı II. Mahmud'un Baye-zid'e gönderdiği hediyelerin Cidde valisi tarafından alınarak Kölemen hükümdarı Kayıtbay'a gönderilmesi, Fatih'in ölümüyle tavsamış olan Osmanlı- Kölemen anlaşmazlığını, yeniden ortaya çıkarmıştır. Bu hediyeler sonradan Bayezid'e gönderilmiş ancak savaşın önüne geçilememiştir. Çünkü Kayıtbay, Cem'i bir hükümdar gibi karşılamış, ona her türlü yardımı sağlamış ve Karamanoğlu Kasım Bey'in eski beyliğini ele geçirme isteğine taraftar olmuştu. Bundan başka Adana-Tarsus bölgesindeki Ramazanoğullan Beyliği'nin iç işlerine karışmış, bu yüzden Ramazanoglu Mahmud Bey, Bayezid'e sığınarak ülkesini Osmanlılara bıraktığını bildirmiş ve Kölemenlere karşı yardım istemiştir. Böylece başlayan Osmanlı- Mısır savaşları altı yıl sürmüş (1485-1491), kesin bir sonuç elde edilememiştir. Tunus Beyi'nin arabuluculuğu ile İstanbul'da varılan anlaşmaya göre Ramazanoğulları ülkesi Osmanlılarda kalmış, yalnız Haremeyn evkafından olan Çukurova'deki 3 kasaba Kölemenlere verilmiştir.

Fatih döneminde yapılan Osmanlı-Venedik savaşları Osmanlıların lehine sonuçlanmış ve Venediklilerin elinde yalnız Mora'da İnebahtı ile Modon ve Koron kaleleri kalmıştır.

Venediklilerin Karadağlılara saldırmaları üzerine savaş başlamış; Bayezid'in komutasındaki Osmanlı ordusu Mora üzerine yürürken (1499) denizden de ablukaya girişilmiş ve Bosna sancakbeyi İskender Paşa'ya Venedik taraflarına akın etmesi emrolunmuştur. 4 yıl süren bu savaş esnasında (1489-1502) İnebahtı, Modon, Koron ve Draç kaleleri alınmış, Venediklilerin yardımına koşan Papalık, Fransa ve İspanya donanmaları da bir başarı sağlayamayınca Venedik Devleti barış istemek zorunda kalmış ve bundan sonra Mora'da, Arnavutluk'ta ve Bosna'da hiçbir iddiada bulunmamak şartıyla barış imzalanmıştır (Ocak 1502).

Bu sırada Doğu'da Safevi tehlikesi başgöstermiştir. Şii-Safevi Devleti'nin kurucusu olan Şah İsmail, Şiiliği siyasetine alet etmiş ve bu yolda yürüyerek Anadolu'yu Sünni Osmanlı padişahının elinden almayı düşünmüştür. İsmail'in Anadolu'daki tahriklerini gören Trabzon sancakbeyi Şehzade Selim, padişaha tehlikenin büyüklüğünü bildirince Şiilerden bir bölümü yeni alınmış olan Modon ve Koron şehirlerine sürülmüş, kalanların da İran'a göçmeleri yasak edilmiştir. Bu durum karşısında İsmail, Bayezid'e elçi göndererek kendi taraftarlarının göçlerine mani olunmamasını istemiş, bu arzusu reddedilmiştir. Bununla beraber Bayezid'in Safevi tehlikesini kavramadığı ve kendisine "Pederim" diye hitabeden Şah İsmail'in iltifatlarına aldanarak hareketsiz kaldığı görülmektedir.

Şah İsmail, Dulkadiroğlu Alaüddevle üzerine yürümek için ordusuyla Osmanlı topraklarından geçerken (1507) Bayezid, bu olaya seyirci kalmış, yalnız sınırı korumak için Ankara'ya asker göndermekle yetinmiştir. Fakat Anadolu'daki Şiiler gün geçtikçe düşmanca hareketlerini arttırmışlar, kendisine Şahkulu unvanını veren Karabıyıkoğlu adındaki bir Şii halifenin başkanlığı altında çeteler kurarak ayaklanmışlardır. Bu çeteler, Antalya sancakbeyi Şehzade Korkut'u bile soymuşlardır. Şahkulu, Anadolu beylerbeyi Karagöz Ahmed Paşa’yı yenerek öldürdüğü gibi Kütahya'yı da ele geçirip yakmış ve vezir-i azam Hadım Ali Paşa'nın, Amasya'da bulunan Şehzade Ahmed kuvvetleriyle desteklenen ordusu bu ayaklanmayı güçlükle bastırabilmiştir. Yapılan savaşta vezir-i azam ve Şahkulu ölmüşler, başsız kalan Şiiler de dağınık bir halde İran'a çekilmişlerdir (1511).

Bununla beraber Bayezid'in Safeviler meselesini politika yolu ile çözmek istediği ve Maveraünnehir Osmanlı hükümdarı Şibak Han'ı teşvik ederek Şah İsmail'i iki ateş arasında bırakmak istediği bilinmektedir.

Bayezid, ihtiyarlığında yalnızlığı, ibadetle uğraşmayı her şeyin üstünde tutmuş, devlet idaresini vezirlerine bırakmıştır. Bu sebepledir ki, oğulları arasında saltanatı ele geçirmek için hareketler başlamıştır. Bayezid'in dört oğlundan Ahmed Amasya'da, Selim Trabzon'da, Korkut Antalya'da, Şehinşah ise Cem'in yerine Karaman'da sancakbeyi idiler. Korkut, İstanbul'a daha yakın bulunan babasının ölümünde kardeşlerinden önce yetişerek tahtı ele geçirmek gayesiyle Saruhan'a naklini istemiş, isteği yerine getirilmeyince Mısır'a kaçmış, fakat bir müddet sonra yine Antalya'ya dönmüştür (1509). Bayezid, en büyük oğlu olan Ahmed'i diğer oğullarına tercih etmekte idi. Vezir-i azam Hadım Ali Paşa da padişahı bu tercihinde destekliyordu; hatta şehzade Ahmed'e teveccühünü sağlamak için Şahkulu üzerine yürünürken onu komutan tayin ettirmiştir. Fakat bu savaşta şehzade Ahmed cesaretsizliği ve beceriksizliği yüzünden bir başarı sağlayamamıştır. Buna karşılık, Şii tehlikesini sezen ve ona şiddetle karşı konulmasını isteyen Selim'in taraftarları gittikçe çoğalmıştır. Şehzade Selim, İstanbul'a yakın bulunmak için oğlu Süleyman'a (Kanuni) Bolu sancakbeyliğini sağlamışsa da Ahmed'in itirazı üzerine Süleyman derhal Kefe sancakbeyliğine nakledilmiştir. Bu durum karşısında Selim, topladığı askerlerle Kefe'ye, oğlunun yanına gitmiş (1510), Kırım hanı bulunan kayınpederi Mengli Giray'ın da yardımıyla Balkanlar'a inmiş (1511) ye Trabzon Sancağı 'nın kendisine az geldiğini ileri sürerek Rumeli'de de bir sancak verilmesini istemiştir.

Selim, Edirne üzerine yürürken Bayezid, kendisi hayatta iken şehzadelerden hiçbirini veliaht yapmayacağını ve Semendre Sancağı'nın Selim'e verildiğini bildirmek zorunda kalmış, bunun üzerine Selim Semendre'ye çekilmiştir. Fakat Bayezid, şehzade Ahmed'i Şahkulu isyanında komutan tayin edince Anadolu askerinin meşguliyetinden de faydalanmak isteyen Selim, yeniden İstanbul üzerine yürümüştür. Şehzade Selim, Çorlu civarında Bayezid'in kuvvetlerine yenilerek Kırım'a kaçmıştır. Selim'in bu yenilgisi üzerine saltanatı Ahmed'e bırakmakta bir engel kalmadığını düşünen Bayezid, onu İstanbul'a çağırmış, fakat yeniçeriler Selim'den başkasını istemediklerini bildirerek ayaklanınca Maltepe'ye kadar gelmiş olan Ahmed, Amasya'ya dönmek zorunda kalmıştır. Durumundan faydalanarak saltanatı ele geçirmek ümidi ile İstanbul'a gelmiş olan Korkut da, hayatına dokunmayacaklarına söz veren yeniçerilere sığınmaktan başka birşey yapamamıştır. Böylece kardeşleri arasındaki saltanat çekişmesi, yeniçerilere dayanan Selim'in lehine sonuçlanmış, Selim de İstanbul'a gelerek saltanatı kendisine bırakmak zorunda kalan babasının yerine Osmanlı tahtına geçmiştir (25 Nisan 1512).

Bayezid, bundan bir ay sonra Dimetoka'ya giderken yolda ölmüş ve cenazesi İstanbul'a getirilerek kendi adını taşıyan camiin yanında oğlu tarafından yaptırılan türbeye gömülmüştür.

Bayezid, alim ve şair Osmanlı padişahlarından biridir. Felsefe ve din ilimleriyle uğraşmış, şiirde "Adli" mahlasını kullanmıştır. Şiirlerinin bir bölümünü ihtiva eden divanı basılmıştır (İstanbul, 1890). Devrinin birçok alimlerini yanına toplamış, birçok alim ye şaire maaş bağlamıştır. Bayezid'in saltanatında İstanbul, İslam aleminin ilim merkezi haline gelmiştir. İbn-i Kemal ve İdris-i Bitlisi gibi alimler tarihlerini onun adına yazmışlardır.

Bayezid, geniş düşünceli ve serbest fikirli olmadığından, mutaassıp ulemanın etkisiyle Tokatlı Molla Lutfi gibi devrinin en seçkin bir fikir adamını itikatsızlıkla itham ettirerek öldürtmüştür. Bu tutum, Fatih devrinde başlamış olan Batı sanat ve kültürü ile münasebetlere son vermiştir.

Bayezid, hattatlığa da merak sarmış ve Şeyh Hamdullah gibi ünlü bir hattattan dersler almıştır.

Bayezid saltanatının son yıllarındaki sakin hali ve dine karşı gösterdiği bağlılık yüzünden “Bayezid-i Veli" diye anılmağa başlanmıştır.

İstanbul'da kendi adını taşıyan cami (yapılış tarihi: 1501- 1505) ile imaret, medrese ve kervansaraydan başka Edirne'de Tunca kenarında cami, imaret, okul, medrese ve bir akıl hastanesi; Amasya'da da cami, okul, medrese ve zaviyeler yaptırmıştır.

Zamanında Yeniçeri Ocağı genişletilerek Ağa bölükleri (61 bölük) kurulmuş, donanmaya gereken ehemmiyet verilerek ilk Osmanlı kalyonu inşa edilmiştir. Timar teşkilatında da değişiklik yapılarak yıllık 5000 akçe dirliği olan bir timarlı sipahinin 1 silahlı süvari (cebelü) ile harbe katılması yerine, 3000 akçe karşılığında 1 silahlı süvari vermesi usulü konmuştur.

BAYEZİD PAŞA (?-1421)

Osmanlı vezir ve komutanı. Yıldırım Bayezid'in en güvendiği komutanı olan Bayezid Paşa, Ankara Savaşı (1402)'nda Yıldırım yenilerek Timur'a esir düşünce, Sultan Çelebi Mehmed'i büyük güçlüklerle kurtarmış ve Amasya Kalesi'ne götürmüştür.

Sultan Çelebi Mehmed padişah olunca, Bayezid Paşa'yı vezirliğe getirmiş, devletin en önemli işlerini ona gördürmüştür. Bayezid Paşa, Karamanoğulları ve İzmiroğlu Cüneyd Bey ile yapılan savaşlarda büyük başarı göstermiştir. Şeyh Bedreddin-i Simavi Vakası'nda, Şeyh'in en önemli müridlerinden Börklüce Mustafa'yı Karaburun'da, Torlak Kemal'i de Manisa'da bozguna uğratmıştır.

Sultan Çelebi Mehmed'in ölümünden sonra tahta çıkan II. Murad da Bayezid Paşa'ya saygı ve güven göstererek 1421'de Düzmece Mustafa Vakası'nı bastırması için Selanik'e göndermiştir. Bayezid Paşa, Edirne yakınlarındaki Sazlıdere'de Düzmece Mustafa'nın ordusuyla çarpışmış ve esir düşmüştür. Düzmece Mustafa, Bayezid Paşa'yı Aydınoğlu Cüneyd Bey'e teslim etmiş, o da Paşa'yı öldürtmüştür.

BAYRAKTAR

Yeniçeri birliklerinin bayraklarını taşımakla görevli subay.

Bayraktara Bayrakçı ve Alemdar da denilmiştir. Yeniçeri Ocağı'nı teşkil eden yaya, sekban ve ağa bölüklerinin veya ortaların herbirinde bir bayraktar bulunur ve derece sırasına göre bayraktar, ortaların subayları arasında beşinci gelirdi. Yeniçeri Ağası'nın maiyetini teşkil eden ve Ağa Gediklileri denilen 19 kişilik maiyetin içinde de ocağın en büyük bayrağını taşımakla görevli bir Baş Bayraktar vardı. Diğer Kapıkulu ocaklarının herbirinde de bir bayraktar bulunurdu. Yeniçeri ortalarında birliğin en kıdemlisi olan Başeski ve subay derecesinde tutulan kişiler de bayrak taşıma işinde bayraktarın yardımcısı idiler.

Yeniçeri Ocağı'nda İmam-ı Azam Bayrağı, Ağa Sancağı, Alay Bayrağı, Kethüda Bayrağı ve Çatal bayrakları vardı. Seferde İmam-ı Azam bayrağı Yeniçeri Ocağı Ağası'nın çadırının önüne dikilir, bölük ve ortaların bayrakları da kendi komutanlarının çadırları önüne konurdu.

Yeniçerilerden biri meydan dayağıyla cezalandırılırken, törende vekilharç ile birlikte mum tutmak bayraktarların göreviydi.

Yeniçeri Ocağı kaldırıldıktan sonra (1826) kurulan Asakir-i Mansure-ı Muhammediyye birliklerinde Bayraktar görevini yapan subaylara Sancaktar adı verilmiş ve bu tabir günümüze kadar gelmiştir.

BEKİR AĞA BÖLÜĞÜ


Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar Harbiye Nezareti olan bina bahçesi içinde, bugün İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi olarak kullanılan binaya verilen addır.

Bu bina Osmanlı Devleti'nde askeri cezaevi olarak kullanılmıştır.

Meşrutiyet'ten önce (1908) cezaevi memurluğu yapan Bekir Ağa'nın adına nisbetle bu adı almıştır. Meşrutiyet döneminde, iktidara karşı olan siyasi mahkumlar burada hapsedilmişlerdir. Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918)'nden sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ileri gelenleri ve eski nazırlar Bekir Ağa Bölüğü'nde hapsedilmişler ve oradan Malta'ya sürülmüşlerdir.
BEKTAŞİLİK

Hacı Bektaş Veli'yi pir tanıyanların yolu, on iki esas tarikattan biri.

Bektaşiler tarikate girdikleri zaman aynı zamanda Caferi mezhebine de girmiş olurlardı. Onlara göre Hz. Ali Tanrı'nın zuhuru, Miraç Hz. Muhammed'in Ali'ye intisabıdır. Ayin-i Cemlerde bulunmak, Ehl-i Beyt'i sevmek, sabah akşam on iki imama salavat getirip okumak, Muharremlerde on gün su içmemek, Muharremlerden sonra babaya baş okutmak yani bir yıllık günahtan arınıp, kendini affettirerek biatini yenilemek, Hz. Ali'nin doğum günü saydıkları Nevruz’u kutlamak ve üç gün süt içmek, kardeşlerle yani Bektaşilerle sohbet etmek, demli muhabbet sofralarında nefes okumak, saz çalmak veya dinlemek, dini ibadetler yerine geçer.

Bektaşilerde ahlak şu söze dayanır: Elin tek, dilin pek, belin berk tut. Bektaşilik belli başlı iki kola ayrılmıştır: Çelebiler Kolu, Babagan Kolu. Bektaşiliğin İstanbul'da ve Arnavutluk'ta meşhur olan kolu Babagan Kolu'dur.

Bektaşilik, Yeniçeriler tarafından benimsendiği ve son Yeniçeri ayaklanmasında Bektaşiler Yeniçerilere yardım ettiği için II. Mahmud, Yeniçeriliği kaldırdığı zaman Bektaşiliği de kaldırmış, ileri gelen Bektaşi babaları asılmış, bir kısmı şeriat alimlerinin çok bulunduğu yerlere sürülmüş, tekkelerin sonradan yaptırılanları yıktırılmış, eski tekkelere Nakşi Şeyhleri tayin edilmiştir (1826). II. Mahmud devrinden sonra bu uygulama tavsamıştır.

Türkiye'de tekkelerin kapanmasından ve tarikatlerin ilgasından sonra (4 Eylül 1925) Suriye'de de aynı durum uygulanmış ve Bektaşilik sadece Mısır ve Arnavutluk'ta resmi mahiyette kalmıştır.
BELGRAD ANTLAŞMALARI (1739)

Osmanlı Devleti-Avusturya-Rusya arasında imzalanan antlaşmalardır.

1733’te Lehistan Kralı II. August'un ölümü üzerine tahta geçecek kral meselesi yüzünden Fransa, Osmanlı Devleti, Avusturya ve Rusya arasında anlaşmazlık çıkmıştır. Fransa, Stanislav Leszcynsk'nin, Rusya ise III. August'un kral olmasını istiyorlardı. Osmanlı Devleti Fransa'yı, Avusturya da Rusya'yı destekliyordu. Sonuçta Stanislav kral oldu. Ancak Rusya Lehistan'a ordu yollayarak III. August'u zorla kral ilan ettirdi. Bunun üzerine Fransa, Rusya'ya savaş ilan etti ve Avusturya da Rusya'nın müttefiki olarak savaşa katıldı (1733).

Fransa, Osmanlı Devleti'ni kendi yanında savaşa katılması için teşvik ediyordu. Savaş sırasında Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne ait Azak Kalesi'ni istilası üzerine Osmanlılar bu olayı ilk defa Avrupa devletleri nezdinde protesto etti ve kısa süre sonra da Rusya'ya savaş açtı. Osmanlı ordusu Bosna, Sırbistan, Kuzey Bulgaristan'da Avusturya ile Kırım bölgesinde de Ruslarla çarpışıyordu, iki cephede de başarı kazanıldı, Avusturya ve Rus orduları geri çekildiler. 1738'de tekrar başlayan çatışmalarda Osmanlı orduları, Avusturya ve Rus ordularını yeniden mağlup etti. Osmanlı ordusu Belgrad'ı almadan savaşı bitirmek istemiyordu. Nihayet Belgrad kuşatıldı ve kale önündeki Avusturya ordusu perişan edildi. Bunun üzerine Avusturya barış istemek zorunda kaldı.

Avusturya generali Neipperg, Belgrad'a gelerek önce Sırbistan'ı sonra Küçük Eflak'ı, daha sonra da Belgrad'ı bırakmaya razı olunduğunu bildirdi. Kazasker Esad Efendi, Reisülküttab Mustafa Efendi ve Mektubi Ragıp Mehmed Efendi ile Avusturya elçisi arasında yapılan uzun müzakerelerden sonra, eski istihkamların olduğu gibi bırakılması ve yeni yapılanların yıkılması kabul edilmiştir.

Barışın başlangıcı sayılan şartlar 1 Eylül 1739'da tesbit edilmiş, esas antlaşma 18 Eylül 1739'da İvaz Mehmed Paşa ile Neipperg tarafından imzalanmıştır. 23 maddelik bu antlaşma ile Avusturya (27 yıl süreli) Belgrad'ı ve Küçük Eflak'ı Osmanlı Devleti'ne bırakıyor, Tuna, Sava ve Temeşvar Eyaleti dağları iki devlet arasında sınır oluyordu.

Antlaşmanın imzasından birkaç gün sonra Rusya'nın Boğdan'ın önemli bir kısmını işgal etmesi üzerine Avusturya imparatoru antlaşmayı bozmak istemiştir. Ancak Rusya tek başına savaşa devam edememiş ve Osmanlı Devleti'yle barış imzalamak zorunda kalmıştır.

18 Eylül 1739'da imzalanan antlaşmayla, Osmanlı Devleti Rus çariçesine imparatoriçe unvanının verilmesini kabul edecek, Azak Kalesi Rusya'da kalacak, ancak kale yıktırılıp, kalenin bulunduğu bölge iki devlet arasında sınır olacaktı. Ayrıca Rusya, Dinyeper ve Dinyester nehirleri arasındaki bir parça topraktan başka, bütün işgal ettiği yerleri Osmanlılara geri verecekti. Yine bu antlaşmayla Karadeniz'e Rus bayrağı taşıyan ticaret ve savaş gemilerinin girmesi yasaklanmıştı.

Antlaşma 6 Ekim 1739'da çariçe Anna tarafından tasdik edilmiştir.

Belgrad antlaşmalarıyla Osmanlı Devleti kaybettiği toprakları yeniden kazandığı gibi iki kuvvetli düşmana birden karşı koyabilecek güçte olduğunu da göstermiştir.
BELGRAD KUŞATMALARI VE FETİHLERİ

Belgrad, Osmanlılar tarafından ilk defa II. Murad tarafından 1441'de kuşatıldı.

Evrenosoğlu Bali Bey idaresindeki Osmanlı kuvvetleri şehri altı ay kuşattılar. II. Murad'ın da katıldığı bu kuşatma başarılı olamadı.

Belgrad ikinci defa Sultan Fatih Mehmed tarafından kuşatıldı. Fatih 13 Haziran 1459'da, 150.000 kişilik bir ordu ve 200 gemi ile Belgrad önüne geldi. Bu sırada Macaristan'ın başkumandanı Hunyadi Janos topladığı 60.000 kişi ile Belgrad'ın yardımına yetişti. Çok şiddetli olan bu kuşatma sonunda şehre girildi. Fakat yapılan savaşın Osmanlılar lehine netice vermesi beklenirken, askerin erken yağmaya başlaması ve önce Osmanlı kuvvetlerine yenilen Haçlı kuvvetlerinin üstün gelmesi üzerine kuşatma kaldırıldı.

Belgrad Kalesi, Kanuni'nin şehri fethetmesine kadar Macarların elinde kaldı ve Osmanlılara karşı bir üs olarak kullanıldı. Sultan Kanuni Süleyman, Macar kralı II. Lajos'a elçi olarak gönderdiği Behram Çavuş'a fena davranılması sebebiyle Belgrad üzerine büyük bir sefer düzenledi (1520). Semendire beyi Hüsrev Bey'i şehrin ablukasına, Rumeli beylerbeyi Ahmed Paşa'yi Sabacz'ın zaptına ve sadrazam Piri Mehmed Paşa'yi da şehrin zorlanmasına memur etti. Belgrad, karadan ve nehirden kuşatıldı. Ahmed Paşa Sabacz'ı, Piri Paşa da Zemun'u zaptetti. Osmanlı kuvvetleri 8 Ağustos 1520'de içkaleye kadar ilerlediler. 29 Ağustosda şehir tamamen elegeçirildi.

Kanuni, ertesi gün şehre girerek, Cuma namazını kıldı. Belgrad halkından Macaristan'a gitmek isteyenlere izin verdi, cizyeyi kabul edenleri yerlerinde bıraktı; bir kısmını da İstanbul'a gönderdi. İstanbul'a gelenler Büyükdere'nin üstündeki ormanlık yerde bir köy kurarak yerleştiler. Daha sonra bu köy ve ormana Belgrad adı verildi. Bir kısmı da Yedikule ile Silivrikapı arasında şimdi Belgrad Kapısı denilen bölgeye yerleştirildiler.

18 Eylüle kadar Belgrad'da kalan Kanuni, şehrin imarını, cami, mescit ve imaretlerin yapılmasını emrettiği gibi burada muhafız kuvvetleri bırakarak İstanbul'a döndü.

Belgrad, Osmanlıların en parlak ve kuvvetli devirlerinde, XVI. ve XVII. yüzyıllarda, Avrupa seferleri için büyük bir üs vazifesini gördü; çok gelişti ve mamur bir şehir oldu.

Sultan Kanuni Süleyman Zigetvar Kalesi önünde vefat edince cenazesi Belgrad'a getirilerek Hünkar Tepesi denilen yerde cenaze namazı kılındı ve oğlu II. Selim burada tahta çıktı.

Osmanlı Devleti bundan sonra da Macaristan ve Avusturya'ya seferler yaparak Belgrad'a uğramışlardır. Merzifonlu Kara Mustafa Paşa Avusturya'ya savaş ilan ederek Viyana'yı kuşattığı sırada (1683) IV. Mehmed de, Haseki Sultan ve şehzadeleri ile Belgrad'a gelerek buradan sadrazama liva-yı şerifi göndermiştir. Osmanlı ordusunun Viyana'da yenilgisi üzerine padişah Edirne'ye dönmüş; Kara Mustafa Paşa da Belgrad'da idam edilmiştir. Bu tarihten sonra Osmanlıların Belgrad'daki ihtişamlı günleri sona ermiştir. Viyana yenilgisinden sonra savaş, Osmanlıların aleyhine dönünce Avusturya ordusu 1688'de Belgrad'a kadar ilerlemiştir. O sırada serasker olan Yeğen Osman Paşa Belgrad muhafızlığına İbrahim Paşa'yi, serdarlığına da Öküzöldüren Ahmed Paşa'yı tayin ettikten sonra Niş'e çekilmiştir. Avusturya ordusu Belgrad'a 29 günlük kuşatmadan sonra girebilmiş ve Ahmed Paşa esir edilmiştir (8 Ağustos 1688). Bundan sonra Sırbistan içlerine kadar giren Avusturya ordusunu, sadarete geçen Fazıl Mustafa Paşa durdurmuş ve Belgrad önlerine kadar geri püskürtmüştür. Fazıl Mustafa Paşa 1 Ekim 1690'da başladığı kuşatma sonunda Belgrad'ı geri almıştır. Fakat 1693'de Duc de Croy komutasındaki Avusturya ordusu yeniden Belgrad'a karşı saldırıya girişmiştir. Belgrad komutanı Cafer Paşa, sadrazam Bo-zoklu Mustafa Paşa'nın ve Kırım Hanı Saadet Giray'ın da imdada gelmesi üzerine, bu saldırıyı önlemiştir.

Belgrad bundan sonra II. Mustafa zamanında Avusturyalılar ile yapılan savaşlarda üç defa üs olarak kullanılmıştır. Bu olaylar ve savaşlar Belgrad'ı harap etmiş ve Osmanlı Devleti, 1699 yılında Belgrad ve çevresinden vergi almamıştır. III. Ahmed zamanında ise sadrazam Şehid Ali Paşa'nın Venedik Devleti'ne savaş ilan etmesi ve Venedik kuvvetlerini yenmesi üzerine Avusturya Devleti, bu hareketi Karlofça Antlaşması'na; aykırı saymış ve bu yüzden Osmanlı-Avusturya savaşı başlamıştır. Bu savaşta Şehit Ali Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Petervaradin'de, yenilmiş ve sadrazam da şehit olmuştur. Avusturya komutanı Prens Eugene de Savoie ordusu ile Belgrad üzerine yürümüş ve şehri kuşatmıştır. Fakat Belgrad muhafızlarının kuvvetli savunmaları karşısında şehre yaklaşamamıştır. Belgrad'ın yardımına Halil Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu ve Kırım Hanı Saadet Giray da gelmiştir. Prens Eugene'nin Ağustos 1717'de Osmanlı ordusuna ani hücumu karşısında Osmanlı ordusu Niş'e çekilmiştir.

Bu savaşlardan sonra Avusturya ile Osmanlı Devleti arasında yapılan Pasarofça Antlaşması ile Belgrad Avusturyalılara geçmiştir.

I.Mahmud zamanında Osmanlılar ile Ruslar ve Avusturyalılar arasında başlayıp Belgrad Antlaşması ile son bulan savaşlarda da Belgrad, Abdi Paşazade Ali Yeğen Mehmed ve İvaz Mehmed paşalar tarafından idare edilen Osmanlı orduları tarafından sarılmış, şehri kurtarmak isteyen Avusturya orduları arka arkaya bozguna uğratılmış ve sonunda Osmanlılar tarafından geri alınmıştır (7 Eylül 1739).

Belgrad bundan sonra, I. Abdülhamid'in son zamanlarında yapılan Osmanlı- Rus ve Osmanlı-Avusturya savaşı sırasında General Laudon kuvvetleri tarafından tekrar alınmış (8 Ekim 1789), fakat Ziştovi Antlaşması ile yine Osmanlılara verilmiştir (1791).

Belgrad, 1878 Berlin Antlaşması'na kadar Osmanlı Devleti'nde kalmıştır.

1878 Berlin Antlaşması ile biten Osmanlı- Rus savaşına katılan Sırbistan, bu antlaşma ile tam bir bağımsızlığa kavuşunca Belgrad da yeni kurulan bu devlete merkez olmuştur.
 

BELLİNİ, GENTİLE (1426?-1507)

 Venedikli ressam.

Venedik'te doğmuş ve orada ölmüştür. Jacopo Bellini'nin büyük oğludur. Babasının yanında çalışmış, Girolamo Mattini'den perspektif dersleri alarak kendisini yetiştirmiştir. Çeşitli işler üzerinde çalışma imkanı da bulan Bellini, babasından aslına benzer bir gerçeklik içinde portre yapmak ustalığını elde etmiştir.

İlk imzalı resmi 1465 tarihini taşır.

II.Mehmed (Fatih) 1479 yılında Venedik Cumhuriyeti ile barış antlaşması imzalayarak usta bir ressamın gönderilmesini isteyince "Hükumetimizin

emriyle ve hükumetimize hizmet" şartıyle Bellini seçilmiş ve bu görev kendisine büyük bir törenle verilmiştir.

Bellini İstanbul'a geldiğinde çok iyi kabul görmüş ve II. Mehmed (Fatih)'in portresini yapmıştır.

Önce Venedik'te Sir Henry Layard koleksiyonuna, daha sonra da Londra Milli Galerisi'ne nakledilmiş olan bu portre, Bellini'nin İstanbul'dan ayrıldığı tarih kabul edilen 25 Kasım 1480 tarihini taşır. Bu portrede ince, zeki bir yüz ifadesi ve tavırdaki asalet çok ustaca belirtilmiştir.

Bellini'nin yaptığı portreler arasında Doç Marco Barbarico (1487), Agostino Barbarico'nun uzun doçluk dönemine ait bir portresi, Kraliçe Caterina Cornaro'nun portresi vardır. 

BENDER FACİASI

Besarabya bölgesi 1492 yılında Osmanlı hakimiyeti altına girmiş ve Boğdan voyvodası Osmanlı hakimiyetini tanımak zorunda kalmıştır. Sultan Kanuni Süleyman Boğdan voyvodası Petru Rareş'in itaatsizlik göstermesi üzerine düzenlediği sefer sonunda, Bender'de bir kale inşa ettirmiştir. 1540'ta Voyvodalar ve Lehliler Akkerman ve Bender üzerine yürümüşler ve Bender büyük tahribata uğramıştır. Ayrıca 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşında, bölge savaş sahası içinde kalmış ve yeniden büyük bir tahribe uğramıştır. Bu savaşın sonunda imzalanan Yaş Antlaşması ile Bender Osmanlılarda kalmıştı.

1806'da Rusya, kendisine taraftar olan Eflak ve Boğdan beylerinin azledilmeleri üzerine, sınırı geçince yeniden savaş başlamıştır. İsmail Kalesi önünde mağlup edilen Rus kuvvetleri dönüşlerinde Bender'i kuşatmışlardır. Kuşatma sırasında Rus orduları başkumandanı Potemkin, kale muhafızıyla kale zabitlerine ve kale halkına hitaben Rusça bir mektup göndererek kalenin teslimini istemiştir. Bender muhafızı Gümrükçü İsmail Paşa kaleyi müdafaa etmek istemişse de halk müdafaadan kaçınmış ve 20 maddelik bir antlaşma ile kale, Ruslara teslim edilmiştir.

Bunun üzerine serdar-ı ekrem Gazi Hasan Paşa, halkın kaleyi teslim etmesine başeğen eski Yeniçeri Ağası vezir Ahmed Paşa ile Rizelizade Abdullah Paşa ve Benderlilerden bazılarını idam ettirmiştir. Ayrıca Bender muhafızı Gümrükçü İsmail Paşa'nın mallarına el koydurmuş, kendisini de Tekirdağ'a sürdürmüştür. Bender'i elde eden Potemkin burasını kendisine karargah yapmıştır. Bu olay ile Bender, Osmanlı hakimiyetinden çıkmıştır. 



 

BERLİN ANTLAŞMASI (13 TEMMUZ 1878)


Osmanlı Devleti ile Rusya, Almanya, Avusturya, Macaristan, İngiltere ve Fransa arasında 13 Temmuz 1878'de Berlin'de imzalanan antlaşma.

Avrupa devletleri 1871 Alman-Fransız savaşı ile ilgilendikleri sırada Rusya'da Balkanlar'da karışıklıklar çıkarak Osmanlı İmparatorluğu'nun içişlerinde kargaşalıklar yaratmaya uğraşıyordu. Bu gaye ile, Girit Rumlarını ayaklanmaya kışkırtmış, Karadağ halkına silah sağlamış, Romanya'da, Bulgaristan'da çeteler kurulması için uğraşmıştır. Sırbistan'da da karışıklık çıkarmaya çalışmıştır. Bu sıralarda Anadolu'ya göç eden Çerkez göçmenlerini, dirlik vee düzeni bozmaları için kullanmıştır. İşte bütün bu olaylar ve özellikle 1875'de Hersek'te çıkıp Balkan Yarımadası’nın ortalarına doğru yayılan ayaklanmalar, 1877 yılında başlayıp Berlin Antlaşması'yla son bulan Osmanlı-Rus savaşının başlıca sebepleri olmuşlardır.

Rusya'nın 1875 yılından başlayarak Balkanlar'da yaydığı ayaklanmalarının gayesi Panslavizm idi.


Andrassy Notası:

Hersek ayaklanmasının Bosna havalisine yayılması üzerine Avusturya, Rusya ve Almanya devletleri Babıali'ye başvurarak Bosna-Hersek için bazı imtiyazlar istemeye karar verdiler (30 Ocak 1876). Avusturya başvekili Kont Andrassy bu notanın yazılmasına memur edildiği için buna Andrassy Notası denildi. Bu notada Osmanlı Devleti'nden Hersek'te bazı reformlar, özellikle vergi usullerinde değişiklikler yapılması isteniyordu.

1-Bosna-Hersek'te Hıristiyan halka din ve mezhep serbestliği verilmesi,

2-İltizam usulünün kaldırılması,

3-Çiftçilerin araziye sahip olma usullerinin düzenlenmesi,

4-Bosna-Hersek'te girişilecek ıslahata nezaret etmek üzere yerli Müslüman ve Hıristiyanlar arasından seçilecek bir komisyonun kurulması,

5-Bosna-Hersek'ten alınacak vergilerin mahalli ihtiyaçlara harcanması.

Osmanlı Devleti bu notayı kabul etti ve Sultan Abdülaziz bir ferman yayınladı. Ancak Rusya ve Avusturya'dan her türlü yardımı gören Bosna-Her-sek'teki ayaklanma yatıştırılamadı. Üstelik Karadağlılar da bu ayaklananlara katıldılar.

Ayaklanma Bulgaristan'ın her tarafına yayıldı. 1876 Mayısında Filibe'de büyük bir ayaklanma daha çıktı. Bunu Selanik'teki olaylar izledi. Bu ayaklanmada Alman ve Fransız konsolosları öldürüldüler.


Berlin Memorandumu (Mayıs 1876):

Selanik'teki bu olay üzerine Avusturya Başbakanı Andrassy, Berlin'de bir toplantı düzenledi ve bir memorandum kaleme alındı.

1-Asilerle Osmanlı kuvvetleri arasında iki aylık, bir ateşkes yapılması,

2-Yapılacak reformlar konusunda Osmanlı Devleti'nin asilerle görüşmesi,

3-Ayaklanma sebebiyle halkın uğradığı zararların ödenmesi ve memleketine dönen asilerin affedilmesi,

4-Reformların tamamen uygulanışına kadar Hıristiyanların silah taşımalarına izin verilmesi,

5-Islahatın Avrupa devletleri konsoloslarının gözetimi altında yürütülmesi.

Fransa ve İtalya devletleri Berlin Memorandumu'nu kabul ettilerse de İngiltere buna razı olmadığından memorandum hükümsüz kaldı.

Bu olaylar, Osmanlı Devleti içinde "Yeni Osmanlılar" hareketini kuvvetlendirdi ve Namık Kemal, Ziya Paşa, Midhat Paşa gibi vatanseverler, halk tarafından çok sevilmeye başlandı. İstanbul medreselerindeki talebe-i ulum da devletin ve memleketin hukuk ve istiklali tehlikede bulunduğu ve Müslümanların her tarafta Hıristiyanlar tarafından tehdit edildiği bir sırada derslerle uğraşmanın doğru olmadığını ileri sürerek ayaklandılar. Sadrazamı istemiyorlardı. Abdülaziz, Mahmud Nedim Paşa'yi azledip yerine Metercim Rüştü Paşa'yı sadarete, Hüseyin Avni Paşa'yı seraskerliğe ve Midhat Paşa'yı da

Meclis-i Vükala'ya tayin ederek bu ayaklanmayı yatıştırdı. Fakat, Hüseyin Avni ve Mithat paşalar, padişahın Mahmud Nedim Paşa'yı tekrar sadarete getirmesinden korkarak, 1876 Mayıs sonunda Abdülaziz i tahttan indirip yerine V. Murad'ı getirdiler.

Osmanlı Devleti'ndeki bu iç karışıklıklar Balkan buhranını daha da genişletti. 1876 Temmuzunda Karadağ ve Sırbistan Osmanlı Devleti'ne savaş açtılar. Osmanlı Devleti, Sırpların Ruslardan para ve asker yardımı gibi destek görmesine rağmen duruma hakim oldu.

Bu sırada V. Murad'ın akıl hastalığı arttığı için hal ile yerine II. Abdülhamid tahta çıkarıldı. Slavların yenilmesi üzerine Rusya, müdahale ederek barış yapılmasını istedi.

İngiltere ise Şark Meselesi'nin Rusya'nın emellerine göre halledilmesini istemediğinden İstanbul'da devletlerarası bir konferans toplanmasını teklif etti (23 Aralık 1876). Osmanlı Devleti konferansta yapılan teklifleri kabul etmeyince Osmanlı- Rus savaşı kaçınılmaz oldu. 24 Nisan 1877'de de Rusya Osmanlı Devleti'ne savaş açtı.

1877- 1878 Osmanlı- Rus savaşı Osmanlıların aleyhine olarak Ayastefanos Antlaşması ile sona erdi. Ruslar Çatalca önlerine kadar gelmişlerdi.

Osmanlı Devleti, Ayastefanos Antlaşması'nın bazı maddelerinin değiştirilmesi ve bilhassa savaş tazminatının azaltılması için Rusya'ya serasker Rauf Paşa'nın başkanlığında bir heyet gönderdiyse de Rusya red cevabı verdi. Bunun üzerine İngiltere, Osmanlı Devleti’nin bu zayıf durumundan faydalanmak isteyerek devlete bir ittifak teklif etti ve Kıbrıs Adası kendisine verildiği takdirde Balkanlar'daki Osmanlı memleketlerine Rusya tarafından yapılacak bir saldırıyı karşılamada yardım vaad etti. Bu suretle Osmanlı-İngiltere devletleri arasında tedafüi bir ittifak antlaşması imzalandı.


Berlin Kongresi

Osmanlı Devleti'nin parçalanmasını o zamanki durumuna ve dış siyasetine uygun bulmayan İngiltere ve Osmanlı- Rus savaşlarından bir fayda sağlayamayan Avusturya- Macaristan devletleri, Ayastefanos Antlaşması'nı kabul etmediler.

Almanya'nın yardımı ile Ayastefanos Antlaşması’nın Rusya, İngiltere ve Avusturya arasında incelenmesine ve antlaşmada bazı değişiklikler yapılmasına karar verildi. Rusya, bu devletlerle savaşacak durumda olmadığından kararı kabul etmek zorunda kaldı. Berlin Kongresi, Alman Başbakanı Bismarck'ın başkanlığı altında açıldı (13 Haziran-13 Temmuz 1878).

Kongreye, 1856 Paris Antlaşması'yla 1871 Londra Antlaşması'nı imzalayan devletler temsilci gönderdiler. Berlin Kongresi'ne Osmanlı Devleti tarafından Müşir Mehmed Ali Paşa, Almanya büyükelçisi Sadullah Bey, Nafia Nazırı Aleksandr Karatodori Paşa; Almanya'dan Prens Bismarck, Avusturya-Macaristan'dan Kont Andrassy, Kont Karolyi, Baron Haymerle; İngiltere'den Lord Beaconsfield, Lord Salisbury, Lord Odo Russell; İtalya'dan Kont Corti, Conte de Launay; Fransa'dan W. H. Waddington, Comte de Saint Vallier, F. Desprez; Rusya'dan Prens Gorçakov Kont Şuvalov, Baron d'Ubril temsilci olarak gönderildiler.

Berlin Kongresi'ne katılan devletlerin karşılıklı istekleri şiddetle çarpışmıştır. Avusturya- Macaristan Devleti Bosna-Hersek'i işgal etmek, Sırbistan ve Karadağ üzerinde Rusya'nın Bulgaristan üzerinde kurduğu himayeye benzer bir himaye kurmak, Selanik'e ve Akdeniz adalarına giden yolların durumunu korumak, yani Balkanlar'da Rusya'nın nüfuz ve mevkiine denk bir yer tutmak ve burada dengeyi sağlamak istiyordu. Avusturya'nın bu eyaletleri işgal etmek teklifinin İngiltere temsilcileri tarafından kabul edilmesi ve teşvik görmesi, Osmanlı temsilcilerini elim bir hayret içinde bıraktı ve buna şiddetle itiraz ettiler. Osmanlı Devleti ile tedafüi bir antlaşma imzalamış bulunan İngiltere'nin kongrede Rusya'ya karşı sert davranması bekleniyordu.

Başkan Bismarck, kongrenin Osmanlı Devleti'nin hususi menfaatlerini değil, Avrupa'nın menfaatini sağlamak üzere kurulduğunu ve Rumeli, devlete iade edildiğinden Osmanlıların şikayete hakları olmadığını soğuk bir lisanla söylemiştir.

Rusya 1871 Alman- Fransız savaşında Avusturya'yı oyalamış olduğunu ileri sürerek bu sefer de Almanya'nın Avusturya'yı oyalamasını istemiş, fakat Bismarck, Almanya'nın Fransa'yı gözetlemek, durumunda olduğunu ve Fransa sınırlarından kuvvet çekmesine imkan olmadığım bildirerek bunu kabul etmemiştir. Rusya da bundan sonra Ayastefanos Antlaşması'nın Berlin Kongresi'nde yeniden görüşülmesine ve değiştirilmesine razı olmuştur. Bismarck, Avusturya'nın Balkanlar'da Rusya'nınki kadar nüfuz ve kuvvet sahibi olmasını Almanya menfaatine uygun buluyordu.

Berlin Kongresi'nde Rus temsilcileri Ayastefanos Antlaşması'nın hükümlerinin korunması için çok çalışmışlarsa da başarılı olamamışlardır. Berlin Antlaşması, Ayastefanos Antlaşması hükümlerinde birçok değişiklikler yapmış ve Şark meselesini Rusya'nın yalnız kendi çıkarma halletmesine meydan bırakmamıştır.

Antlaşma, Osmanlı Devleti için kar sağlamadığı gibi, Osmanlı Devleti'nin terketmek mecburiyetinde kaldığı arazi, büyük devletler arasında bir anlaşmazlık konusu olmuştur. Avusturya'nın Bosna- Hersek'te asayişi sağlamak için buraları sonu belli olmayan müddetle işgal etmesine ve münasip gördüğü takdirde Yeni-Pazar Sancağı'nda muhafız askerler bulundurmasına karar verilince, İngiltere, Osmanlı Devleti ile yaptığı antlaşmayı ileri sürerek, Osmanlı Devleti'nin Asya'daki topraklarının denetlenmesinin kendisine ait olduğunu ve buralarda ıslahat yapacağını vaad ettiğini ileri sürmüştür. Bu suretle İngiltere buralarda Rusya'yı kontrol edecek duruma giriyor ve Osmanlı Devleti'ni resmen himaye ederek Hindistan'daki çok kalabalık Müslüman tebaası üzerinde de bir nüfuz sağlamış oluyordu.

İtalya ile Fransa da bu fırsattan faydalanmak istemişlerdir. İtalya, Arnavutluk ve Trablus üzerinde boş iddialarda bulunmuş, Fransa da ileride Tunus Eyaleti'ni işgal etmek için müsaade sağlamıştır.

Berlin Kongresi’nde yalnız Almanya, Osmanlı Devleti'nden bir şey istememiştir. Bismarck'ın politikası Almanya'nın Osmanlı Devleti'nde büyük bir nüfuz kazanmasını sağlamış ve bu tesir zamanla artmıştır. Kongrede büyük devletler bu şekilde çalışırlarken Balkan devletleri de işe karışmışlar ve Yunanistan bir müracaat yaparak Rum milleti adına Girit'in, Epir ve Tesalya'nın ve Makedonya'nın bir kısmının kendisine verilmesini istemiştir. Balkanlar'daki Slavların hamisi rolünü oynayan Rusya, Yunanistan'ın bu teklifinin kabul edilmesine engel olmuştur. Fransa'nın müdahalesiyle Yunanistan'ın teklifi incelenmiş ve Kalamas ve Salambirya ile belirtilen bir hat boyunca sınırlarda düzeltme yapılmasını sağlamak üzere müzakere yapmak hakkı Yunanistan'a verilmiştir. Osmanlı ve Yunanistan devletleri bu konuda anlaşamadıkları takdirde büyük devletlerin aracılık edecekleri vaad edilmiş ve Girit, Osmanlı Devleti'ne bırakılarak adada 1868 Fermanı'nın tatbik edilmesine karar verilmiştir.

Kongrede en çetin mesele Bulgaristan meselesi olmuştur. Bu konuşmalarda Rusya temsilcileri ile Avusturya- Macaristan ve İngiltere temsilcileri arasında çok çetin münakaşalar geçmiştir. Bir ay süren çetin görüşme ve münakaşalardan sonra Berlin Antlaşması'mn esasları 64 madde halinde tesbit edilmiştir. Bu maddelerin en önemlileri şunlardır:

1-Ayastefanos Antlaşması ile yaratılan Büyük Bulgaristan üçe bölünüyordu:

a)Balkanların kuzeyinde bir Bulgaristan Prensliği kuruluyordu. Bu prensliğin, iç işlerine bağımsız bir Hıristiyan hükumeti ile milli askeri olacak ve Osmanlı Devleti'ne vergi verecekti. Prens, Ayastefanos Antlaşması'nda kararlaştırıldığı gibi seçilecek ve önce Tırnova'da Bulgar müteberan meclisi toplanacak ve Bulgaristan'ın esas tüzüğünü yapacaktır. Bulgaristan'da anayasa yapılıncaya kadar, Bulgaristan Prensliği bir Rus komiseri tarafından idare edilecek, bu idare dokuz aydan fazla sürmeyecek ve bu komisere Osmanlı komiseri ile Berlin Antlaşması'nı imzalamış olan devletlerin konsolosları yardım edeceklerdir. Osmanlı- Rus komiserleri arasında anlaşmazlık çıkarsa, Berlin Antlaşması'nı imzalayan devletlerin İstanbul elçileri aracılık edeceklerdir.

Berlin Antlaşması'ndan önce Osmanlı Devleti'nin diğer devletlerle yapmış olduğu ticaret ve seyrüsefer antlaşmaları aynen Bulgaristan'da da yürürlükte kalacak ve bunlar tek taraflı olarak bozulmayacaktır. Bulgaristan Osmanlı Devleti'nin genel borçlarından ayrılacak bir miktarı ödeyecek ve bu prensliğin Osmanlı Devleti'ne ödeyeceği vergiyi yeni teşkilatın tatbik edildiği yıl sonunda, Berlin Antlaşması'nı imzalayan devletler ittifakla belirteceklerdir.

Osmanlı askeri Bulgaristan'dan çekilecek, kaleler, masrafı Bulgaristan tarafından ödenerek yıkılacak ve bir daha yapılmayacaktır. Osmanlı Devleti, mütareke gereğince boşalttığı Varna ve Şumnu kalelerindeki savaş malzemesini alıp dilediği gibi kullanacaktır.

b)Ayastefanos Antlaşması ile kurulmuş olan Büyük Bulgaristan'ın Balkanlar'ın güneyinde kalan topraklarından merkezi Filibe olmak üzere "Doğu

Rumeli Vilayeti" adıyla Osmanlı Devleti'nin idaresinde imtiyazlı bir muhtar eyalet kuruluyordu. Bu imtiyazlı eyaletin, devletlerin reyi alınarak beş yıl müddetle Babıali tarafından tayin edilen bir Hıristiyan valisi olacak ve düzenliği yerli jandarma ve gerekirse yerli milis kuvvetlerle sağlanacaktır. Milis kuvvetlerin subayları Osmanlı Devleti tarafından tayin edilecektir. Bu imtiyazlı eyalet bir tehlikeye uğrarsa Osmanlı ordusundan yardım isteyecektir.

Bulgaristan Prensliği'nde ve Doğu Rumeli imtiyazlı vilayetinde barış antlaşmasından dokuz ay sonraya kadar kalacak olan Rus askerinin sayısı 50.000'i geçmeyecektir.

c)Ayastefanos Antlaşması ile kurulmuş olan Büyük Bulgaristan'a bırakılan Makedonya, ıslahat yapılmak kaydı ve şartı ile Osmanlı Devleti'ne bırakılmıştır. Ayastefanos Antlaşması ile 163.000 km2'lik bir prenslik oluyor ve nüfusu dört milyondan bir buçuk milyona indiriliyordu. Rusya'nın bu suretle Adalar Denizi ile irtibatı kesiliyor ve Osmanlı Devleti'nin Balkanlar'daki arazisi bölünmekten kurtuluyordu.

2-Sırbistan ve Karadağ prensliklerinin bağımsızlıklarını, Osmanlı Devleti ve antlaşmayı imzalayan devletler kabul edeceklerdir.

Sırbistan'a Niş ve Prut verilecektir. Buraların halkı Sırbistan dışında oturmak isterlerse bu vilayetlerdeki mallarını diledikleri gibi kiraya vermek veya işletmek haklarına sahip olacaklardır. Osmanlı Devleti ile Sırbistan arasında bir antlaşma yapılıncaya kadar Osmanlı Devleti arazisinde seyahat edecek Sırbistan ve Karadağ tebaası, milletlerarası haklardan faydalanacaktır.

Dulçino ile Antivaril Limanı Karadağ'a veriliyor ve Karadağ'dan Ispiça alınarak Avusturya'ya katılıyordu. Buraların halkı hakkında Sırbistan ve Bulgaristan'a yeniden verilen arazideki halka tanınan haklar aynen kabul edilecektir. Karadağ'ın harp gemisi ve harb bayrağı olmayacaktır. Karadağ müstakil olmakla beraber 15.000 km2 yüzölçümündeki arazisinin 7.000 km2 kuzeyini kaybediyordu.

Sırbistan ve Karadağ'a bırakılan yeni arazi dolayısıyla bu iki devlet Osmanlı umumi borçlarından birer hisse alacaklardır.

3-Romanya'nın bağımsızlığı, antlaşmayı imzalayan devletler tarafından kabul edilmiştir. 1856 Paris Antlaşması ile Romanya'ya bırakılmış olan Besarab-

ya'nın büyük bir kısmı Rusya'ya verilmiştir. Tuna deltasındaki adalarla Tolçi Sancağı ve Dobruca Romanya'ya bırakılıyordu. Osmanlı Devleti ile Romanya arasında bir antlaşma yapılıncaya kadar, iki devletin tebaaları birbirlerinin arazisinde Avrupa devletlerinin tebaasına gösterilen haklardan faydalanacaktır. Tuna'da ticaret gemilerinin serbestçe dolaşmalarını sağlamak için Demirkapılardan Tuna deltasına kadar nehir boyundaki kaleler bir daha yapılmamak üzere yıktırılacaktır. Demirkapılardan Tuna deltasına kadar nehirde hiçbir milletin harb gemisi bulunmayacaktır. Yalnız karakol gemileri delta ile Kalas arasında işleyebilecektir.

4-Bosna-Hersek'i belirsiz bir zaman için askeri işgal altında bulunduracak olan Avusturya- Macaristan Devleti ile Osmanlı Devleti arasında Avusturya'nın icabında Yeni-Pazar sancağında asker bulundurması hususu ve sair meseleleri halletmek için antlaşmalar yapılacaktır.

5-Osmanlı Devleti Rusya'ya Asya'da Kars, Ardahan ve Batum topraklarını bırakıyordu. Ayastefanos Antlaşması ile Rusya'ya bırakılmış olan Eleşgird

vadisi ve Doğu Bayezid, Osmanlı Devleti'nde kalıyordu. Rusya Batum limanını tahkim etmeyeceğini ve serbest liman haline koyacağını vaad ve kabul ediyordu.

6-Kutur kasabası ve dolayları da İran'a bırakılıyordu.

7-Osmanlı Devleti, bütün tebaasına din ve mezhep serbestliği ve bu hususta eşit muamele yapmayı kabul ediyordu. Mahkemelerde din ve mezhep farkına bakılmaksızın bütün Osmanlı tebaasının şahitlikleri kabul edilecekti. Osmanlı ülkesinde seyahat edecekler ve rahipler, hangi milletten ve dinden olurlarsa olsunlar, aynı muameleyi göreceklerdi.

8-Osmanlı Devleti'nin Rusya'ya 802.500.000 frank savaş tazminatı vermesi ve bu tazminatı yıllık 350.000 liralık taksitler halinde ödemesi kabul edildi. Bu borç verilmediği takdirde Rusya'nın buna karşılık arazi istemesi ve Osmanlı hükumetinin bu borcu diğer borçlarını ödedikten sonra vermesi kararlaştırıldı.

9-Osmanlı Devleti Makedonya'da olduğu gibi Ermenilerin oturmakta olduğu vilayetlerde de ıslahat yapmayı vaad ve kabul ediyordu.

10-Rusya'nın Osmanlı Devleti arazisinde oturan Hıristiyanların hamisi rolünü kendi inhisarına almak isteyen politikası, Berlin Antlaşması'nda reddedilmiş ve diğer büyük devletlerle aynı hak ve hudut içinde bu hak tanınmıştır. Aynaroz rahiplerinin imtiyazları olduğu gibi bırakılmış ve kutsal görevlerdeki statüko ve Fransa'nın hakları da bozulmamıştır.

11-Karadeniz ve Çanakkale boğazlarının 1856 Paris ve 1871 Lozan antlaşmaları ile kurulan serbestliği teyit olunmuştur.

Berlin Antlaşması'nın sonuçları: Berlin Antlaşması genel barışı sağlayamamış, aksine büyük devletler ile küçük devletlerin aralarını açmıştır. Büyük devletler bu antlaşmanın Osmanlı Devleti'nin durumunu sağlama bağladığını savundukları halde Osmanlı Devleti sonuçtan memnun olmamıştır. Çünkü bütün devletler bu antlaşma ile Osmanlı Devleti zararına arazi ve menfaat sağlamışlardır.

Berlin Antlaşmasından sonra, bu antlaşmanın bazı maddeleri bozulmuş, bazıları da uygulanamamış, fakat otuz yıl müddetle Avrupa'da savaş olmamıştır. Büyük devletler birbirlerine bakarak iyice silahlanmışlardır. Berlin Antlaşması’ndan sonra Osmanlı Devleti bakımından en önemli olaylar Tunus ve Mısır meseleleri ile Düyûn-ı Umumiye idaresinin kurulmasıdır. 

 

BEŞİK ALAYI


Osmanlılarda padişah çocukları için yapılan törendir.

Şehzade dünyaya gelince saray kethüdası tarafından Darphaneye süslü bir beşik ısmarlanırdı. Beşik, kethüda, baş efendi, başkullukçu, çantacı, kaftancı, enderum ağaları ve diğer saray mensupları tarafından harem dairesinin divan yerine bitişik olan kapısına getirilir, beşiği orada darüssaade ağası, hazinedar ağa, başkapı gulamı, hazine vekili ve nöbetçi ağalar teslim alırlar, harem dairesine götürürlerdi. Emeği geçenlere bu iş için saraydan hediyeler verilirdi. 

 

BEYLERBEYİ (MİR-İ MİRAN)


Osmanlı Devleti'nde büyük eyaletlerin yönetimine memur edilen idari görevlidir.

Beylerbeyi, eyaletlerin daha çok askeri idaresiyle meşgul olurdu. Osmanlı tarihinde önemli yeri olan Beylerbeyliğin kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemekle beraber, ilk Beylerbeyi'nin bazı kaynaklarda Lala Şahin Paşa, bazılarında ise Timurtaş Paşa'nın olduğu yazılmaktadır. Avrupalı tarihçilere göre, İstanbul'un fethinden sonra Bizans'ın doğuya ve batıya ait iki (demostikos lön Skbolön) ordu komutanı teşkilatı örnek alındığı iddia ediliyorsa da fetihten önce Rumeli ve Anadolu'da bu görevlilerin bulunduğu bilinmektedir.

Bu teşkilatı Osmanlılar, Selçuklulardan almışlar, yetkilerini kendi idari sistemlerine göre uygulamışlardır. Beylerbeylerin emirleri altında sancakların mülki idaresine bakan sancakbeyi kazaların güvenliğine bakan subaşı, adalet işlerine bakan kadılar vardı. Bunlar bölgelerini geniş yetki ile idare ederlerdi. Divan-ı Hümayun'un küçük bir örneği olarak, başkanlıkları altında divan kurulurdu.

Beylerbeylerinin iki tuğu ve değişik dirlikleri olurdu. En az dirlik 400.000 akçe idi. Eyalet merkezinde maiyetiyle birlikte otururlar, sefere çıkarken de maiyetleri yanlarında bulunurdu.

Sultan Fatih Mehmed tarafından hazırlatılan kanunnamede belirtildiğine göre Beylerbeyliği Divan-ı alide, vüzera, defterdar ve kazasker altında sırası olan önemli bir görevdi. Yine aynı kanunnameye göre, Beylerbeyi vüzeradan bir tabaka alttadır ve kadıların başındadır.

Beylerbeyi yalnız idareci değil aynı zamanda askeri komutandır. Savaş zamanında askeri ile dövüşür, savaş bittikten sonra tekrar eyaleti başına dönerdi.

Beylerbeyiler arasında derece farkı bulunur, rütbe farkı hariç, işgal ettikleri eyaletlerin fetih bakımından eskiliği gözönüne alınarak sıra takip ederlerdi. Yine aynı kanunnamenin esaslarına göre, Rumeli beylerbeyi, teşrifatta diğer beylerbeyinden farklıydı. Divan-ı Hümayun'da iskemlede oturma hakkına sahiptiler. Diğer bir farkı da ahkamda kendisine "Paşa" lafzı ve "damatmealihu" ibaresi yazılırdı.

1864 yılında yapılan vilayet teşkilatı üzerine, vilayetlere gönderilen idarecilere vali adı verilmiştir

 

BEYLERBEYİ SARAYI

Boğaziçi kıyılarında, Beylerbeyi köyünün güneyindedir.

II. Mahmud tarafından, III. Murad dönemi beylerbeylerinden Mehmed Paşa'nın sarayının yerinde, II. Mahmud tarafından yaptırılmıştır (1827-1828). Abdülmecid döneminde çıkan bir yangm sonucu tamamen yandığından, 1865 yılında Abdülaziz tarafından yeniden yaptırılmıştır.

Sarayın dışı ve içi çok gösterişlidir. Özellikle havuzları, üst katında bulunan hamamı ile çok güzel bir mimari örneği verir. Setler halinde çok büyük olan bahçesinde eskiden çeşitli hayvan beslenirdi. Beylerbeyi Sarayı'nda Abdülaziz, sık sık oturduğu gibi Türkiye'ye gelen yabancı devlet başkanlarına da burası tahsis edilirdi.

Balkan Savaşı'nda II. Abdülhamid Selanik'ten İstanbul'a getirilmiş ve ölümüne kadar bu sarayda kalmıştır. 
 

BEYLİKÇİ


Osmanlı Devleti'nde Divan-ı Hümayun'a gelen iradeleri ve fermanları kaydetmekle görevli memurdur.

Beylikçi, sadrazam tarafından sorulan sorulara da cevap yazar, Divan-ı Hümayun'da kabul edilen kararlar hakkında bilgi verirdi. Hariciye Nezareti kuruluncaya kadar Babıali'nin dış siyasete ait kayıtlarını Beylikçi tutar, yapılan antlaşmaları inceler ve bunlar hakkında istenince bilgi verirdi. Fermanlar ve beratlar Beylikçi Kalemi'nde yazılır, harçları alındıktan sonra sahiplerine verilirdi. Beylikçi Kalemi'ne ait evrakları hazırlayıp Beylikçi'ye veren memura Beylikçi Kesedarı adı verilmiştir.

Tanzimat'a kadar (1839) Reisülküttapların yardımcısı sayılan Beylikçiler, II. Mahmud zamanında hariciye nezaretinin kurulması ve Reisülküttaplığın kaldırılması üzerine sadaret makamına bağlanmışlar ve Osmanlı Devleti'nin son yıllarına kadar Babıali'nin büyük memurlarından biri olarak vazife yapmışlardır. 
 

BİRUN

Osmanlı Devleti'nin idari teşkilatında Tanzimat dönemine kadar kullanılmış bir tabirdir.

Osmanlı Devleti'nin yükselme döneminde devletin işlerini yürütmekle görevli olanlar bir hayli artmıştır. Bunlardan sarayda görev alanlara Enderun, devlet yönetiminde göre alanlara da Birun denilmiştir.

Birunlann en büyüğü sadrazamdır ve alt kademeye kadar bu sıra devam eder. Birunların tayinleri, terfileri için özel ve belli bir düzenleri vardı. Birun büyüklerinin görev yaptığı binaya Babıali denilirdi. 
 

BOSTANCI-BOSTANCI OCAĞI

Bostancılar, Osmanlı saray teşkilatında, sarayın dâhilinde ve haricinde bulunan padişahlara ait bahçe ve bostanlarla padişah ve saray hizmetindeki kayıklarda görev yapan hizmetlilerdir.

Marmara ve Boğaziçi sahillerinin muhafazası ile de bostancılar ilgilenirdi. Devşirme döneminde Bostancı Ocağı'na Anadolu ve Rumeli'den toplanan acemiler alınırdı. Devşirmeler Bostancı Ocağı'na alınırken Bostancıbaşı da hazır bulunur ve Bostancıbaşı'nın nezareti altında acemi oğlanı ayrılırdı.

Acemi ocaklarında hizmet edip yetişen bostancılar, XVII. yüzyılın sonlarına kadar, zaman zaman hizmet derecelerine göre kapıcılığa, tersane ocağına ve bahçe ustaları ve kıdemli bostancılar süvari bölüklerine çıkarılırlardı. Bunların çıkışlarında kendilerine biner akçe silah baha adı ile silah parası ve süvari bölüklerine çıkanlara da bu paradan başka saray ahırlarından birer at verilirdi. Daha sonraki tarihlerde bostancıların Yeniçeri Ocağı'na verilmeyip Kapıkulu süvariliğine alınmaları kanun olmuştur.

Bostancı Ocağı'na ayrılanlar ya sarayın has bahçesinde veya saray haricindeki diğer bahçe ve bostanlarda, yahut da kayıkhane ve kayıklarda ve bos-tancıbaşıya bağlı diğer ocaklarda görev yaparlardı.

Bostancılar, dokuz dereceye ayrılırlardı. Dokuzuncu derecenin kıdemlisi hamlacılığa geçerek padişah ve diğer saray erkanının kayıklarında baş kürekçilik ederdi. Hamlacı terfi ederse hasekiliğe ve sonra da kethüdalığa çıkardı. Bu sıra sonradan bozulmuştur.

Bostancılar arasında itibarlı dört baltacı vardı; bunlar yükseldikleri zaman Kapıkulu süvarisi olurlardı; diğerlerinin ise süvari olmaları kanundu.

Bahçe ve bostan işleriyle uğraşan bostancılar, hasbahçe ve hassa bostanları efradı olarak ikiye ayrılırdı: Hasbahçe bostancıları yirmi bölüktü ve saraydaki hasbahçeye bakarlardı. Saray haricindeki bahçe ve bostanlarda çalışan bostancılar ise Usta denilen amirlerinin nezareti altında, ayrı ayrı cemaat halinde idiler; her cemaat yerine ve işine göre 15 ile 100 nefer arasında idi.

İstanbul bostancıbaşısı her yıl idaresi altındaki gerek has bahçe ve gerek diğer bahçelerde yetişerek satılan mahsullerin defterini vakit ve zamanında padişaha takdim ederdi. Bu defterde mahsulün sağlanan geliri, buna karşı yapılan harcamalar bostancıların bahşişleri ve herhangi bir yere muhassas meblağ ayrı ayrı gösterilir, kalanını hükümdar alırdı. Padişahların gittikleri bazı bahçelerin mahsulleri kesime tabi olmayıp sebzehaneye giderdi; bu sebzeciler muayyen olup miktarları iki yüz kadardı. Sebzelere ait defteri ocak emekdarlarından Bostaniyan-ı hassa sebze katibi tutardı. Çiçekler ise on yedi çiçekçi dükkanına verilir ve ıspanaklar da otuz kadar olan ıspanakçı dükkanlarına yollanırdı; mahsulün geri kalanı kesim olarak satılırdı. Bostancıların bahçelerinden XVII. yüzyıl sonlarında vasati olarak bir yılda sekiz buçuk veya dokuz yüz akçe yani sekiz yüzelli veya dokuz yüzbin akçe varidat alınmakta idi.

Bostancıbaşı mahsulden alınan parayı Kasımdan Kasıma takdim ederdi. Bu hizmetlerinden dolayı her yıl Kasımda bostancılardan on veya oniki kişi bir zaman Yeniçeri Ocağı'na ve sonraları da Divan-ı Hümayun çavuşluğuna ve Kapıkulu süvari bölüklerine çıkarılırlardı. Bundan başka paranın bir kesesi bostancılara ihsan olunur ve bir kese de Davut Paşa Camii'nin maaş ve harcamalarına ayrılırdı.

Bostancı Ocağı efradının bir kısmı yeşillikçi Yalı Köşkü, Sepetçiler Köşkü, Kayıkhane, Balıkhane, Otluk Kapı'da, bazıları da Soğuk Çeşme, Heybeci, Bamyacı, Kuşhane, Gülhane, İncili Köşk, dolap, doğurmen, mezbelekeşan (çöpçü), tulumbacı ve sair ocaklarda ve köşklerde istihdam edilmişlerdir.

Bostancıların asıl kışlaları Hasbahçe tarafından olup orada bir de orta camileri vardı.

Bostancılar arasındaki kayıkçı bölükleri padişahla saray erkanının, valide sultan ve sultanların kayıklarını çekerlerdi. Kayıklar Sarayburnu tarafındaki kayıkhanede dururdu. Padişahlar her ne zaman kayıkla bir yere gitseler, her defasında kürekçilere bahşiş verirlerdi. Saraya mahsus kayıkların yapım ve tamirleri için her üç yılda bir İzmit ormanlarından kereste kesilirdi.

Seferlerin devamı ve askere olan ihtiyaç sebebiyle bostancılardan icabında asker ayrılarak bunlar ordu kadrosuna alınırlardı; bu usul ilk önce 1695 yılında tatbik edilmiş ve bunlardan, her biri biner kişilik üç alay teşkil olunmuştu.

Bostancıların yevmiyelerinden başka yıldan yıla Selanik çuhasından birer kaput hakları vardı veya bunun bedelini alırlardı. Bunların başlarına giydikleri serpuşa barata denilirdi.

Bostancılar arasında haseki ismiyle anılan ve XVII. yüzyılın son yarısında mevcudu üç yüzü bulan küçük zabit rütbeli bir bostancı hasekileri sınıfı vardı ve bunlar bostancılar arasından seçilirlerdi.

Hasekilerden altmış tanesi padişahın bir yere gidişinde muhafızlık ederlerdi. Hasekiler, bir hizmet çıktığı zaman Bostancıbaşı tarafından sık sık vilayetlere gönderilirlerdi. 1725 tarihinde bu hasekilerle mülazımlarının miktarları tahdit edilmiş ve bunların seksen haseki ile yirmi mülazım olması kabul edilmişti.

Hasekilerin başlıca ağaları baş haseki ile kireç imalathanelerinin mültezimi olan kireççi başı, İstanbul ve civarı limanlarındaki dalyanların mültezimi olan balık emini ve İstanbul'da şarap imali ve satışı ile alakadar olan şarap emini bu cümledendi. Hasekilerden on ikisi tebdil hasekisi olup padişahın tebdil gezmelerinde beraberinde bulunurlardı; lüzumu halinde bunlar kıyafet değiştirerek İstanbul'da dolaşırlar ve gizli emirlerle valilere ve sair yerlere gönderilirlerdi. Hasekiler Nisan 1829'da rikab solakları ve peyklerle beraber kaldırılmışlardır.

Bostancı Ocağı'nın en büyük zabiti Bostancıbaşı'dır. Sarayda sakal salıvermesine müsaade edilen ondan başka kimse yoktu; İstanbul etrafındaki Marmara ve Karadeniz, Haliç sahillerinin muhafazası ve inzibatı buna aitti; sahillerde yaptırılacak yalılar ve saire bunun müsaadesi olmadan yaptırılamazdı; Bostancıbaşı sahillerdeki bina ve yalıların mevkileriyle kimlerin olduğuna dair mükemmel bir defter tutardı; sahilde yaptırılan binalardan resim alırdı.

Bu ocağın kaldırıldığı tarihe kadar bostancılardan bir zümre hükümdarın kayığını çekip Bostancıbaşı da bu dümeni tutmuştur.

Bostancıbaşı'nın bu suretle padişaha bağlılığından ve muhatap olmasından dolayı vezirler ve devlet adamları kendisinden çekinirler ve kendi aleyhlerinde hükümdara bir şey söylememesi için Bostancıbaşı'ya hürmet ederlerdi; padişah saray bahçesinde gezerken de Bostancıbaşı yanında bulunurdu.

İstanbul civarındaki suların ve ormanların teftişi, kara avları ile deniz avlarının kahyalığı da ona aitti ki deniz avları bostancı hasekilerinden ikisinin iltizamından olan kireç ve şarap eminliklerinden de aidatı vardı.

Devlet ricalinden biri saray dahilinde idam edilecek olursa bunun idamına Bostancıbaşı memur olurdu. Sadr-ı azamın, vezirlerin azl, sürgün ve katillerinde de Bostancıbaşı'nın vazifesi vardı.

Bostancıbaşıların mutlaka kendi ocaklarından gelmeleri; Bostancı Ocağı'ndan yetişerek yükselmeleri kanundu.

Bostancıbaşılar dairesi Sarayburnu ile Sirkeci arasında bulunup burada Hamlacı koğuşları da vardı.

Bostancıbaşı terfi veya azledilecek olursa yerine XVII. yüzyılın sonlarına ve XVIII. yüzyılın başlarına kadar bostancılar kethüdası Bostancıbaşı olurdu. Fakat sonraları bu silsile değişmiş ve kethüdanın yerine haseki ağa denilen başhasekinin Bostancıbaşı olması kanun olmuştu. Bir aralık başhasekinin yerine bostancılar kayıtlara göre bostancıbaşından sonra bostancılar kethüdası, haseki ağa, hamlacı başı, oda başı, bostancı karakulağı, vezir karakulağı ile dört baltacı bu ocağın zabitlerindendi.

Hamlacı Başı, hükümdar kayığının en önünde kürek çeken ve sol hamlacılardan birincisi olup Bostancı Ocağı'nın kayıkhane kısmının amiri ve ocağın büyük zabitlerindendi. Odabaşı da Bostancı Ocağı'nın ileri gelen zabitlerinden biri olup, Bostancıbaşı'nın hükümet nezdinde kapı çuhadarı idi ve Babıali'de bulunurdu. Karakulak ile Vezir karakulağı hükümdar ile sadr-ı azam bostancılardan, ağa karakulağı olup Yeniçeri ağası kapısında bulunur ve bir yangın çıktığı zaman bunu öğrenerek saraya koşup kızlar ağası vasıtası ile hükümdarı haberdar ederdi.

Bu büyük ocak zabitlerinden başka padişahlara ait muhtelif bahçe ve bostanlarda mahsul yetiştiren Usta denilen ve bulunduğu mıntıkanın inzibatı ile alakadar olan bostancı zabitleri vardı.

Asakir-i Mansure teşkilatını müteakip ustaların idare ettikleri karakolların inzibatının temini yeni askerle yapılacağından bostancıların vazifeleri yalnız bahçelerin bekçilikleri ve saray dahilindeki bahçeler matbah-ı amire sebzevatına tahsisen idaresi bostancılardan alınmış ve hariçteki bahçelerin de bu yeni tarzda idaresi uygun görülmüştür.

1826 Ağustos'undan itibaren Bostancı Ocağı yeni nizam üzerice teşkilata tabi tutulmuş ve 1500 kadar bostancı Asakir-i hassa ismiyle ve yeni bir nizamname ile bir binbaşının kumandasına verilip, idaresi Bostancıbaşı'ya bırakılmıştır.

Devletin işe yarar askeri haline getirilen Bostancı Ocağı efradı saray dahilinde tahsis edilecek kışlada oturup yine orada Ağa bahçesi denilen mahalde her gün kuru ve ateşli talim yapacaklardı. Saray kapılarını ve bilhassa bab-ı hümayun ve orta kapıyı bunlar bekleyeceklerdi. Bundan başka Dolmabahçe, Beşiktaş, Çırağan ve Ortaköy'e kadar olan mahalleri de bunlar muhafaza edeceklerdi.

Edirne Osmanlı Devleti'nin merkezi iken oradaki saraylara ait bahçe ve bostanların hizmetine bakmak üzere İstanbul'daki gibi devşirmelerden meydana gelen bir Bostancı Ocağı kurulmuştu. Daha sonra İstanbul devlet merkezi olunca padişahların buraya sık sık gidip gelmelerinden dolayı bilhassa XVII. ve XVIII. yüzyıl başlarında burası tamamen terkedilmediği için Edirne Bostancı Ocağı ehemmiyetini muhafaza etmiştir.

Edirne Bostancı Ocağı İstanbul'dan tamamen ayrı olup Edirne'nin de bostancıbaşısı, kethüda ve hasekisi ve diğer zabitleri vardı. Edirne şehrinin inzibatı bostancılara ait olup Rumeli valileri şehrin inzibatı ile alakadar olmazlardı ve mesulü Edirne Bostancıbaşı'sı idi.

Edirne'deki saray bahçe ve bostanların hasılatı bedeli her yıl mahsul-ı hümayun namı ile Bostancıbaşı'nın tertip ettiği defterle ve bir usta vasıtası ile İstanbul'a getirilerek saray hazinesine teslim olunur ve bu defterin üstüne hatt-ı hümayun çekilerek sadr-ı azam tarafından defterdarlığa havale edilirdi. Edirne Bostancı Ocağı 1826 senesinde lağv edilmiştir. 
 

BUCAŞ ANTLAŞMASI (18 Ekim 1672)

Osmanlı Devleti ile Lehistan arasında imzalanan antlaşma.

Ukrayna'da yaşayan Sarıkamış Kazakları Osmanlı himayesini kabul etmişlerdi. Bu Kazakların hatmanı Doroşenko’ya sancak beyliği payesi verilmişti. Osmanlı Devleti, Lehistan'ın Kazaklara saldırması üzerine, bu devlete karşı savaş açtı. Köprülü Fazıl Ahmed Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Lehistan'a girdi ve Podolya'nın merkezi Kamaniçe'yi aldı (1672). Padişah IV. Mehmed'in de katıldığı Osmanlı ordusu Galiçya'ya da girip Lemberg ve Lublin şehirlerini zabtetti. Os-, manlı Devleti'nin bu ilerlemesi karşısında Lehistan barış istemek zorunda kaldı.

Barış 18 Ekim 1672'de Bucaş'ta yapıldı.

Antlaşmaya göre: Galiçya yıllık 22.000 Lira vergi karşılığında Lehistan'a bırakılacak, Podolya Osmanlı Devleti'ne katılacak, Ukrayna Osmanlı himayesini kabul etmiş olan Sarıkamış Kazaklarının elinde kalacaktı.

Bucaş Antlaşması'nın imzalanmasından bir süre sonra Lehistan kralı öldü ve Jan Sobieski kral seçildi. Sobieski, bu antlaşmanın vergi ile ilgili maddesini kabul etmeyerek, antlaşmayı tanımadı. Bu sebeple iki devlet arasında savaş yeniden başladı. Dört yıl süren savaş sonunda Bucaş Antlaşması’nın vergi maddesinden vazgeçilerek 16 Ekim 1676'da Zuravna'da antlaşmanın diğer maddeleri yeniden imzalandı.
 

BÜKREŞ BARIŞ ANTLAŞMASI (28 Mayıs 1812)

Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan antlaşma (28 Mayıs 1812).

XVIII. yüzyılın sonlarında Napoleon Bonaparte'ın Mısır'ı işgal etmesi üzerine Osmanlı Devleti, Rusya ve İngiltere ile bir antlaşma yaptı. Rusya Fransızları, Yunan adalarından İngiltere de Mısır'dan çıkarmak istediğinden Osmanlı Devleti ile anlaştılar. Bunun üzerine İngiltere ve Osmanlı donanmaları Mısır sahillerini sardı. Osmanlı-Rus kuvvetleri de Yunan adalarında Fransızlarla çarpıştı. Yunan adalarında Rusya'nın nezareti altında Osmanlı Devleti'ne bağlı "Yedi Ada Cumhuriyeti" kuruldu. Osmanlı-Rus İngiltere devletleri arasındaki antlaşma, Fransızların Mısır'ı boşaltmalarından sonra da devam etti, fakat arada anlaşma bulunduğu halde Rusya'nın Osmanlı Devleti aleyhindeki politikası değişmedi. Rusya, Sırpları ve Karadağlıları Osmanlı Devleti aleyhine kışkırttığı gibi Tiflis ve dolaylarını işgal etti. Osmanlı Devleti bu durumu antlaşma hükümlerine aykırı bulunduysa da antlaşmayı yeniledi.

Ancak Eflak ve Boğdan beylerinin Rusya ile işbirliği yaptığını anlayan Osmanlı Devleti, bunları azlederek yerlerine başkalarını tayin etti ve Boğazları Rus donanmasına kapadı. Bu olay Rusya'nın Osmanlı Devleti'ne savaş açmasına sebep oldu. Diğer taraftan Fransa, Rusya'nın müttefiki olarak İngiltere ile savaş halinde bulunuyordu. Osmanlı Devleti'nin Rusya ile savaşa girmesini istemeyen İngiltere, azledilen Eflak-Boğdan beylerinin yerlerine iadelerini ve Boğazların Rus donanmasına açılmasını Osmanlı Devleti'nden istedi. Teklifi kabul edilmezse İngiltere donanmasının Çanakkale'ye geleceğini de bildirdi. Osmanlı Devleti, İngiltere ve Rusya'nın bu tehditlerine boyun eğmedi ve Rusya'ya savaş ilan etti. Yapılan şiddetli savaşlar sonunda Hotin, Bender, Kili, Akkerman kalelerini aldı. Osmanlı ordusu ise Rusları hem Bükreş civarında hem de İsmail Kalesi önünde yendi. Bu sırada İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazı'ndan geçmesi, İstanbul halkını heyecana düşürdü. İngiliz elçisi Arbuthnot, İngiltere'nin tekliflerinin kabul edilmesini ve Fransız sefiri Sebastiani'nin İstanbul'dan çıkarılmasını istedi. Osmanlı Devleti İngiltere'nin teklifini geri çevirdi ve bu devlete savaş ilan etti.

Diğer taraftan Osmanlı-Rus savaşı da bütün şiddetiyle devam ediyordu.

Sadrazam Ağa İbrahim Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu Silistre'de Rusçuk ayanı Alemdar Mustafa Paşa da Ruscuk cephesinde savaşıyorlardı. Bu sırada İstanbul'da Kabakçı Mustafa ayaklanması çıktı ve III. Selim tahttan indirilerek IV. Mustafa padişah ilan edildi (1807). Bu olay Tuna'da savaşan Yeniçerilerin ayaklanarak dağılmalarına sebep oldu. Bunu fırsat bilen Rus ordularına İstanbul yolu açılıyordu. Bu sırada önce Prusya'yı ve Rusya'yı yenen Napoleon Ruslarla Tilsit'te bir antlaşma imzalamış, bu antlaşmaya Osmanlı-Rus savaşına son verilmesi ve derhal barış yapılması şartı da konmuştu. Osmanlı Devleti ile Rusya arasındaki mütareke imzalandıktan bir ay sonra Ruslar Eflak-Boğdan'ı boşaltacaklar, barış antlaşması imzalanmadan Osmanlı Devleti Memle-keteyn (Eflak-Boğdan)'e giremeyecek, Fransa, Osmanlı Devleti ile Rusya arasında yapılacak barış işine aracılık edecekti. Ancak Tilsit Antlaşması'ndan sonra Yedi Ada'dan Rus askerleri çekilmiş, Fransız askerleri burasını işgal etmiştir. Bu adaların Fransa'ya ait olduğu ve Rağusa'nın İtalya'ya bağlanmış bulunduğu ilan edildi. Bu olayla Tilsit Antlaşması'nda gizli maddeler bulunduğunu anlayan Osmanlı Devleti, Fransa'dan yüz çevirdi. Rusya'da mütareke şartlarına saygı göstermedi ve Memleketeyn'den askerlerini çekmediği gibi yeni kuvvetler de gönderdi.

Bu sırada Erfurt'ta Fransa ve Rusya imparatorları Osmanlı Devleti'nin paylaşılması işini uygun bir zamana bırakıp, Rusya'nın Eflak-Boğdan'ı almasına, Fransa'nın bu iş için Osmanlı Devleti'ni zorlamasına karar verdiler. Bunu haber alan Osmanlı Devleti İngiltere ile bir antlaşma yaptı. Rusya'nın Eflak Boğdan'ın kendisine verilmesini ve Sırbistan'ın iki devlet kefaleti altında müstakil olmasını istemesiyle, Osmanlı-Rus savaşı yeniden başladı. Osmanlı ordusu intizamsız ve inzibatsız olduğu halde Silistre savaşında Rusları yendi ve Ruslar Tuna'nın karşı kıyısına çekildiler. Diğer taraftan, Rusya, Napoleon ile arası bozulduğundan Osmanlıları barışa razı etmek istedi. Osmanlı sadrazamı da ordusuna güvenemediğinden daha fazla dayanamadı ve yapılan barış teklifini kabul etti.

Barış şartları şunlardı:

1-Prut nehri Boğdan eyaletine girdiği yerden Tuna ya döküldüğü yere kadar ve ondan sonra Tuna nehri son sahili Kili Boğazı ile denize kadar Osmanlı Devleti ile Rusya'nın sınırı olacaktır.

2-Prut nehrinin orta kısmı iki devlet arasında sınır olacaktır. Her iki tarafa da ait olan Kili Boğazı ve Tuna sularında iki devletin ticaret gemileri gezebilecekti.

Rusya'nın savaş gemileri bu boğazdan Prut nehrinin Tuna'yla birleştiği yere kadar gidebilecektir.

3-Rusya, Prut'un sağ kıyısında işgal ettiği yerleri, Eflak-Boğdan arazisini ve Tuna adalarını Osmanlı Devleti'ne bırakacaktır.

4-0smanlı Devleti iki sene müddetle Eflak-Boğdan halkından vergi almayacaktır.

5-Rusya'ya bırakılan memleketlerin Türk ve Müslüman halkı isterlerse Osmanlı ülkesine göç edebileceklerdir. Mallarını satıp bedelini beraberinde rahatça getirebileceklerdir. Aynı durum Osmanlılarda kalan arazideki Hıristiyanlar için de kabul edilmiştir.

6-Sırbistan'daki kaleler ve mühimmat eskiden olduğu gibi Osmanlı Devleti'nin elinde bulunacak, Sırplar içişlerini ve vergilerini kendileri düzenleyeceklerdir.

7-Anadolu tarafında sınırlar eskisi gibi kalacaktır. Rusya işgal ettiği yerleri boşaltıp Osmanlı Devleti'ne geri verecektir. 


 


 
FACEBOOK
 
Facebook'ta Paylaş
GOOGLE
 
 
Bugün 259 ziyaretçi (408 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol